“Ben Türk elinin kahraman bir bucağındanım. Yazık ki oraya Bekir Diyarı diyorlar. Fakat, biz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz Türk’ün has konağıdır. Biz de bu yüce konağın çocuklarıyız… Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür… Dirliğin ne olduğunu anlatan da Türk’tür…”
Diyarbekir gazetesinin 26 Eylül 1932 tarihli sayısı, Mustafa Kemal’in Diyarbakırlılara hitabına atfen böyle yazıyordu. Aradan 84 yıl geçmiş. İktidarlar laiklerden muhafazakârlara, cuntacılardan milliyetçilere, elden ele dolaşmış olduğu halde, 1930’ların ruhu “dirliğini” korumuş. AKP öncesine kadar bu ruhun taşıyıcıları, hayatta olmayan Atatürk’ün izinden gidiyordu.
Şimdi artık Atatürk’e de ihtiyaç yok. Ne de olsa karşımızda yaşayan bir milli şef var. AKP de şu anki yolunu boşuna “ikinci kurtuluş savaşı” güzellemeleriyle döşemiyor. Dilde de uygulamada da 1930’ların ruhu bu şekilde diriltiliyor.
26 Eylül 1932 tarihli Diyarbekir gazetesinde yine Mustafa Kemal’e atfen şöyle devam ediliyordu: “Bu karmakarışık işlerin içinden çıkıp yükselebilmek için bize dirilik gerekir. Birlik onunla beraber yürür.”
Mustafa Kemal’in bu sözleri şimdi karşımıza “bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” iddiasıyla çıkıyor. AKP’nin kapattığı parantez, 1930’lar ruhunu kapsamıyor, tam da yola oradan başlıyor.
SÜRYANİLERDEN KALANLARIN 'PAYLAŞIMI'
Komisyonun ismi her şeyi anlatıyor aslında: Devir Tasfiye ve Paylaşma Komisyonu! Mardin Valiliği'ne bağlı bu komisyon, geçtiğimiz günlerde, kıyım artığı Süryanilere ait geride ne kalmışsa, (kilise, manastır ve hatta mezarlık!) Diyanet İşleri Başkanlığı veya Süryani Eşbaşkanı Februniye Akyol’un görevden alınıp kayyım atanan belediye arasında paylaştırdı.
(http://www.birgun.net/haber-detay/mardin-de-suryani-kilise-ve-mezarliklari-diyanet-e-devredildi-166101.html)
“Paylaşmanın” ne anlama geldiğini o mülklerin gerçek sahipleri iyi biliyorlar. Onların akıllarında geçen yüzyılın başındaki “çeşitli hadiseler” canlanır. Örneğin 1925 yılında dönemin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Cemil Bey’in, Diyarbakır’daki gayrimüslim mülklerinin Türklere “devredilmesi” emrini hatırlıyorlar: “Gayrimüslim, ecnebi tufeyliler elinde bulunan iktisat ve sanayi kâmilenin Türklere hasr ve tahsisine itina edilmeli, resmi ve milli bankalar, şirketler ve ticarethanelerle tedricen bu ümniyenin istihlali temin olunmalıdır.”
Ermenilerin, Süryanilerin, Nasturilerin mülklerini, topraklarını paylaşanlar, yüzyıl boyunca o toprakları eşeleye eşeleye, altında ne kadar “gömüt” buldularsa talan ettiler. Onların mezarlıklarını kazıp kemiklerinin arasında ziynet eşyası aradılar.
HANİ SÜRYANİLER GERİ DÖNÜYORDU?
Şu anda Süryanilere ait geride kalan ne varsa iç edilmesi, gidilen, daha doğrusu dönülen yoldaki kararlılığın ifadesi.
Oysa çok değil, daha iki yıl önce, hükümet medyası “Süryaniler geri dönüyor” başlıklarıyla haberler yapıyor, bunu da hükümetin demokratikleşme hamlelerine bağlıyordu.
Örneğin 30 Mart 2015 tarihli (meşhur Dolmabahçe Mutabakatı’ndan iki gün sonra) Türkiye Gazetesi “Süryaniler geri geliyor” başlıklı haberinde şu ifadelere yer veriyordu: “1946 yılında Mardin'in Midyat ilçesinde doğan Simon Poli, 1970'li yıllarda Süryanilere yönelik baskılar nedeniyle ailesi ile birlikte Avrupa'ya göç etmek durumunda kaldı. Yıllarca Avrupa'da, memleket özlemi ile yaşayan Poli, çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte, birçok Süryani gibi hasret duyduğu memleketine geri döndü. Midyat'ta HDP ilçe yöneticiliği de yapan Poli, yaşantısını İHA'ya anlattı…”
Kürtlerle mutabakat rafa kaldırılır da Süryanilerin evlerine dönmesine göz yumulacak değildi ya!
KEMALİSTLERİN İZİNDE KAYYIMLARIN KİMLİK İNŞASI
Müslüman olmayanların yok edilişi sonrası kurulan düzen, Kürtlerin muhtelif isyanları dolayısıyla sıklıkla sarsıntılar geçirdi. Bu sarsıntının en büyüğünün yaşandığı son otuz-kırk yılın zirvesine geçtiğimiz iki yıllık zamanda yakinen tanıklık ettik. Şehirler yıkıldı, idare yöntemi daha da merkezileşti ve karşımıza “kayyım” rejimi çıktı.
Kayyım uygulaması doğrudan Kemalistlerden devşirilmiş bir yöntem. Tek partili dönemde CHP Sinop Milletvekili olan Cevdet Kerim İncedayı’nın Şubat 1949 tarihli konuşmasını hatırlayalım: “Doğu vilayetlerinde millet cahildir. Okuyup yazma bilmemektedirler. Türkçe konuşamamaktadırlar. O ahaliyi gezerken mektep talebelerinin tercümanlığıyla zorlukla anlaşabildim. Seçim günlerinde buralarda jandarma vasıtası ile tedbir almazsak, o cahil halk reylerini Haso’ya veya Memo’ya verirler. Kimsenin buna vicdanı el vermez.”
Şimdilerde “jandarma” vasıtasıyla seçilmiş belediye başkanlarının, Hasoların, Memoların hapse atılıp yerlerine kayyım getirilmesinin arkasındaki zihniyet bu işte.
Ve o kayyımların her gün yeni bir icraatından haberdar oluyoruz:
“Kayyım Uğur Kaymaz heykelini kaldırdı.”
“Kayyım Ehmedê Xanî’nin heykelini kaldırdı.”
“Kayyım Orhan Doğan anıtını da yıktı.”
“Kayyım Mervanileri simgeleyen kabartmaları söktü.”
“Kayyım Roboski anıtını yıktı.”
Doktora tezi “Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950)” başlığıyla kitaplaştırılan Ercan Çağlayan’ın araştırması, bugünkü kayyımla 1923 sonrası asimilasyonist Kemalist ideolojinin aynı yolun devamı olduğunu gözler önüne seriyor. “Kemalist Cumhuriyet, kendisini Diyarbakır’da görünür kılmak ve ‘geçmişin izlerini silmek’ için mimariye büyük önem veriyordu” diyen Çağlayan, AKP’nin bugünkü yıkım-imar ve yeni kimlik inşası politikasının hangi tarih bilgisinden devşirildiğini anlamamıza da yardımcı oluyor: “Diyarbakır’da inşa edilen hastane, okul, gar, park, Halkevi, hükümet konağı, Birinci Umumi Müfettişlik binaları ve diğer kamu mekânları Cumhuriyet’in ‘yeni’ ve ‘asri’ yüzünü simgeliyordu. Ayrıca Suriçi’ne alternatif olarak Yenişehir’de inşa edilen yapılar, modernist bir proje olup eski kent dokusundan tamamen farklılaşıyordu.”
Çağlayan’ın aktarımı çok önemli. Zira öyle anlaşılıyor ki Suriçi, erken Cumhuriyet’in mühendislik kafasında da sorun teşkil ediyordu. Peki neden? Çağlayan’ın yanıtı şöyle: “Modern öncesi dünyada, mevcut iktidar yapılarını meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılan mimarlık, modernleşmeyle birlikte iktidar yapılarının yanı sıra yeni bir toplumsal programın meşrulaştırılmasının ve onaylanmasının aracı olmaktaydı… Cumhuriyet, söz konusu öğelerin yanı sıra ‘devletin ideolojik ve baskı aygıtları’, yani ‘okul, yol ve karakol’ ile bir imparatorluk şehri olan Diyarbakır’da, milliyetçi/Türkçü ve modern/seküler sabitelere dayanan yeni bir kimlik inşasına girişti.”
Kemalistler, tıpkı şu anki iktidarın yaptığı gibi Kürtlerin arasına Balkanlardan veya muhtelif bölgelerden getirilen Türkleri yerleştirerek demografik yapının gücü üzerinden hülyalarını gerçekleştirmeye de girişti. Ama her türlü müdahaleye rağmen Kemalistlerin bu projesinin hiçbir zaman meşruiyet, dolayısıyla hakimiyet sağlayıcı olmadığını artık biliyoruz. Mustafa Kemal, Diyarbekir gazetesinin aktardığı sözleriyle sadece bir hayali naklediyordu ve o hayalini ne kendisi gerçekleştirebildi ne de ardılları. Elbette devletin Kürtlere karşı “dirliği” her zaman mevcudiyetini korudu ama Kürtlerin Türklüğü “kabul ederek” “birliğin” taşıyıcısı olması, devletin gerçekleşmeyen hülyası olarak kaldı. Şimdi o Kemalist hülyayı İslamcı ideolojinin perdesi altında tedavüle sokan iktidarın çabası, devlet elitleri açısından kaderin ağlarını yeniden örüyor. Fakat önümüzdeki yüzyılın, arkamızda bıraktığımız yüzyılın tekerrürü olmayacağını, Kemalistlerin hülyadan ibaret “projesine” dikkatle bakanlar anlayabilir. Kalanın talanına iştahlananların da bundan çıkaracağı dersler var.
KÜRT MEMET, KURT MEMET OLMADI
Bir örnekle bağlayayım.
Hikmet Tanyu’nun “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği” isimli, 1961’de basılmış olan kitabında aktardığı bir rivayet veya anekdot, Mustafa Kemal’in Kürtlere ilişkin hülyasının özeti gibidir.
Tanyu “olayı” şöyle anlatıyor: “Muhafız Alayı erlerinden ikisi Çankaya Köşkü'nün bahçesinde güreşe tutuşmuş, diğer erler de onları seyrediyordu. Otomobillerin sesi, erlerin hemen kaçışmasına sebep olmuştu. Atatürk köşke geliyordu. Büyük Ata otomobilini durdurdu ve bir el işaretiyle kaçışan erleri yanına çağırdı. Bilhassa gömleğini, fanilasını giymeye vakit bulamayan pehlivan erlerden biri fazla heyecanlıydı. Ata’nın yanına korka korka yanaştı. ‘Ne yapıyorsunuz burada?’ Ata’nın sualine bir onbaşı cevap vermişti: ‘Güreşiyorduk Paşam!’ Ata memnun olmuştu, çünkü güreşi pek severdi. ‘Peki, dedi, devam edin öyleyse!’ Erler çekingenlik gösterince, Atatürk ısrar etti: ‘Güreşin güreşin, dedi, ben de seyredeceğim. Yalnız önce kimin başpehlivan olduğunu öğreneyim.’ Ata’nın yanına gelen yarı soyunuk, çok heyecanlı olanı bir adım öne çıktı: ‘Benim Efendim’. ‘Adın ne senin?’ ‘Kürt Memet’. ‘Kürt’ sözünü duyan Atatürk kaşlarını çatmıştı, fakat bir an sonra tekrar mütebessim bir çehre ile pehlivana mukabelede bulunmuşlardı: ‘Kurt gibi kuvvetli olduğun için mi sana Kurt Memet diyorlar?’ ‘Kürt Memet’ köylüydü, okumamıştı ama Ata’nın kasdetmek istediğini hemen kavradı: ‘Evet Paşam, dedi, benim adım Kurt Memettir. Yanlış söyledim demin.”
Bu kıssadan mühim hisse çıkarabiliriz artık: Kemalistlerin “kayyımı” olan Umumi Müfettişlik üzerinden yürüttükleri her türlü projeye rağmen ne Kürt Memet Kurt Memet oldu ne de Diyarbakır “Türk diyarı”.
AKP, Mustafa Kemal’in hülyasının izinde ne kadar yol alabilecek, meçhul. Ama geçen yüzyıl başında kovulan Süryanilerden arta kalan üç-beş araziye, mülke, kiliseye ve hatta mezarlığa bile göz dikmiş olanların açgözlülüğü daha çok süreceğe benziyor.