“Birini yakından tanıdığını sansan, onu derinden sevsen bile kalbine çok yakından bakamazsın. Bu sadece incitir. Birini gerçekten anlamak istiyorsan tek seçeneğin kendi kalbine doğrudan, derinden bakmaktır…”
Çok sevdiğiniz birini kaybetmek ve sevdiğiniz biri tarafından şu veya bu biçimde aldatılmak bazı açılardan benzer travmalar yaratabilir. Aldatmak/aldatılmakla ille duygusal ilişkileri kastetmiyorum. Dostluk, iş arkadaşlığı, sıklıkla yalnızca kişiler değil yapılar, kurumlar da insana kendini kandırılmış hissettirebilir. Bugün bir kısmımız için, koca bir ülke öyle mesela.
Aldatılmayı salt bir beklentinin karşılıksız çıkması biçiminde değil, oyun arkadaşını kaybetmek biçiminde yorumlarsak, ‘yas’a benzeyen yanı, ayağın altındaki halının çekildiği hissine eşlik eden boşluk ve özlem. Özlediğin şeyin gerçek olup olmadığını bilememekle karışmış bir yoğun sisli özlem ya da. Tüm yüzleşme ve konuşma olasılıklarını gerçekte ortadan kaldıran tek şey, ölüm. Bu anlamda “bunu yapacağına keşke ölseydi/benim için öldü” dediğimiz kişiye duymuş olduğumuz şey, sevgi midir? Gerçek sevgi biraz da, artık bizimle olmadığında ya da tam olarak hayal ettiğimiz kişi olmadığını anladığımızda da, birinin hâlâ bu dünyada var olduğuna sevinmekle ilgili değil midir?
İnsan sınırları olan bir yaratık ve bunlar cevaplanması güç sorular. Ama galiba başkalarına verdiğimiz, gösterdiğimiz değer de, her türden “inandırıcı” sadakat de kendi kalbimizle kurabildiğimiz bağın doğrudanlığı ile ilgili. Dünya hayallerin düzenli olarak kırılıp törpülendiği bir yer ve hayat boyu terk edemeyeceğimiz tek kişi, kendimiziz.
Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi’nin, Murakami’nin “Kadınsız Erkekler” adlı öykü kitabındaki aynı adlı ilk hikayeden uyarladığı, bu yıl 4 dalda Oscar adayı muhteşem filmi “Drive My Car”, sadakat, kayıp, yas, empati, konuşmak ve bence ayrıca yazmak, hayatın yıkıcılığı karşısında sanatın iyileştirici yanı ve farklılıklarla var olabilme becerisi üstüne. Yazının başında alıntıladığım sözün vurguladığı gibi, hepsinin adresi olarak da bizi kendi kalbimize gönderiyor. Sabırla kendi kuyularımıza indiriyor, kaçırmamızı imkânsız kılacak sayıda durakla, kendimizle uzun bir yüzleşmeye davet ediyor bizi.
“Drive My Car” bizi kendi arabamızın, daha doğrusu hayatımızın yan koltuğuna oturtan filmlerden. Bir diğer Murakami öyküsü “Norwegian Wood” gibi, adını bir Beatles şarkısından alıyor. Ancak adının doğurduğu o bıçkın ve neşeli şarkı hissiyatının (arabamı sür bebek!) aksine, kısacık bir hikâye fikrini büyük sabır isteyen üç saatlik bir uzun yol temasına dönüştürüyor. Son zamanların çok sevilen tanımıyla, katman katman açılıyor evet ama bıçağı elimize vererek. Bizden baştan sona hem filmi hem de kendimizi daha iyi anlamaya dönük türden bir ilgi ve katılım talep ederek.
“Uluslararası En İyi Film”in yanı sıra, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Film” ve “En İyi Uyarlama Senaryo”yla toplam dört ana kategoride Oscar’a aday olan filmin geçen yıl “Parasite”in açtığı kapıdan rüzgâr gibi geçmesini gönülden dilerim. Oscar’a 12 adaylıkla damgasını vuran Jane Campion şaheseri “The Power of the Dog” ve listeye 3 adaylıkla giren “The Lost Daughter”la (Karanlık Kız) birlikte, benim için yılın en iyilerinden. Bu üç filmin ortak noktası bizi kendimizle (de) yüzleşmeye zorlayan, bunu hiç de alışıldık yollardan yapmayan filmler olmaları. Başkalarının felaketlerinden duyulan hazzın bildik konforunu pek yaşatmadan sinemayı ve genel olarak hikâye anlatıcılığını neden sevdiğimizi güçlü biçimde duyumsatan filmler, üçü de…
“Drive My Car” adında gizli kendi hayatımızdan çıkıp başka bir hayatın direksiyonuna geçme teklifinin aynı zamanda seyirci koltuğunu terk etmek manasına geldiğini anlamamız uzun sürmüyor. Filmse üç saat. “The Power of the Dog”a “sıkıcı” diyen Ahmet Hakan bu filme ne der hiç bilemiyorum ama açıkçası bundan daha çok merak ettiğim epeyce şey var. Bu türden kestirip atmacı bir yoruma rastlarsanız aman sıkılır mıyım, üzülür müyüm diye kendinizi bu filmden mahrum etmeyin.
“Drive My Car” kabaca dört bölümden oluşuyor. Giriş kısmında aşk ve ilham dolu bir çift hikâyesi izliyoruz. Tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Yusuke (Hidetoshi Nishijima) ve oyuncu-senarist eşi Oto (Reika Kirishima), yaklaşık 25 yıldır beraberler. Küçük kızlarını kaybetmek gibi büyük bir travmanın bile beraberce üstesinden gelmeyi başarmış görünen, tensel ve duygusal açıdan hâlâ canlı bir ikili. Kadının sevişirken bir tür trans halinde eşine anlattığı gizemli hikâyeler ve sık sık çıktığı uzun yollar boyunca alıştırma yapabilsin diye kaydettiği tiyatro metni kasetleri, az rastlanır türden bir şefkatli tutku bağının göstergesi. Yaratım süreci ve metinlerle bu denli iç içe bir ilişki, ilham verici de aynı zamanda. İşte bu toz pembe değilse de açık kırmızı tablo, önce bir sadakatsizlik bilgisi sonra da beklenmedik bir trajediyle darmadağın oluyor.
Sonrası Yusuke’nin kırmızı arabasıyla çıktığımız upuzun bir yol ama hiçbir öngörümüz doğru çıkmıyor. Karakterimizin hiç ummadığımız bazı şeyleri zaten bildiğini öğreniyoruz mesela. Yaşadığı trajediden iki yıl sonra karşısına çıkan, yönettiği tiyatro oyununun yapımcılarının meslek kazalarını önlemek için şart koştuğu genç şoför kadınla (Toko Miura) iletişimi de hiç öyle beklentiler doğrultusunda ilerlemiyor. Eşinin aşığını (Masaki Okada) oyunun kadrosuna aldığında bunun bir intikam hikâyesine dönüşebileceğini düşünüyoruz, yine şükür ki bambaşka bir noktaya açılıyor hikâye. En güzeli de, tüm bunları bir klişe ya da beklenti bozma azmiyle yapmıyor. Filmin hikâyesini serin bir su gibi tüm bildik beklenti ve öngörülerin üstünden akıtmasının nedeni, meselesiyle çok uyumlu biçimi.
Yaşadığı travmanın etkisi altındaki Yusuke, uzmanı olduğu türden bir “çokdilli” oyunu sahneye koymak üzere Hiroşima’ya gidiyor. Şahsi yasıyla, çok uzun bir yası tutmakla yazgılı şehir birleşirken, çare de “yara”dan geliyor. “Film içinde oyun” sahnelemeyle özdüşünümselliği de artıran, Çehov’un “Vanya Dayı”sının metni, sahneleme sürecinden karakterin yazgısına değin replik replik akarak bir diğer önemli izleğini oluşturuyor filmin. Yusuke’nin hem “rakibi” erkekle hem de acılı geçmişini adım adım öğrendiğimiz genç şoför kadınla sürdürdüğü yol sohbetlerinin yanı sıra tiyatro oyununun sahnelenişi, “bizi çalışmak kurtarır,” evet ama esas “konuşmak” kurtarır, diyor.
Filmin içindeki oyunda, Korece, Japonca, Mandarince, İngilizce konuşan oyuncular, “Vanya Dayı” uyarlamasında birleşiyor ve Sonya’yı işaret diliyle konuşan dilsiz bir oyuncu canlandırıyor! Bunu mümkün kılan üç şey var: Teknik düzeyde, uluslararası tiyatro festivallerine gidenlerin mutlaka aşina olduğu “üst yazı”. İkincisi, sanatın evrensel, “Vanya Dayı” kadar güçlü eserlerin zaman dışı ve ölümsüz dili. Üçüncüsü ve belki en önemlisi de, bir dünya görüşü.
Hayatın ve sanatın tam da bu farklılıklarla mümkün olduğunu, çeviride kaybolan kısmın bu zenginleştirici imkân karşısında ne kadar önemsiz olduğunu içtenlikle sezen bir dünya görüşü. Çok dilin, çok kültürün bir arada yaşayabileceğini, anlaşmak ve aynı hikâyede beraber var alabilmek için tepede duran bir “üst dil”e aslında belki ihtiyaç bile olmadığını… Kendi dillerinde konuşmayı sürdüren insanların birbirlerini anlama çabasının hayatta ve sanatta “bir üst düzeye” geçebilmenin belki de tek yolu olduğunu bilen ve bu bilgiyi hayata geçirmekte sabırlı bir dünya görüşü. Tam da kültürel mozaiğiyle övündüğümüz bu ülkede eksikliğini hissettiğimiz, yüzyıllardır bunca acıya neden olan şey. Oysa ne kadar güzel ve acısız olabilirdi. Kendimizi üstün görmeden birbirimizi anlamaya gerçekten niyetimiz olsaydı… Eşitliği ve özgürlüğü hep bize benzeyenlerin biraz daha fazlasını hak ettiği şeyler olarak görmemeyi başarabilseydik. Altı boş, romantik “hepimiz kardeşiz” söylemleri yerine, kardeşliğin kan bağından ve benzerlikten çok daha fazla, farklılıkla yaşayabilme becerisiyle ilgili olduğunu görüp iktidarların kendi “biz”ine sıkışmışlardan oluşturdukları zinciri kırabilseydik, kırabilsek… Dile, kültüre, ırka dair bu meseleyi alın, toplumsal cinsiyete uyarlayın, yine aynı şey geçerli.
Bu üç saatlik, dört perdeli, katman katman, acelesizce geçirdiği yolların sonunda insanın kalbini portakal gibi soyup önüne koyan filmde gerçekten usta bir anlatıcının damgasını vurduğu tüm filmlerde olduğu gibi, yalnızca bir hikâye değil, bir bakış açısı, dünyayı görmenin farklı ve incelikli bir biçimini izliyoruz.
Sanat da başka hayatlar da acılar içindeki sisli geçmiş de kendimizle kurduğumuz ilişkinin anahtarı olarak, bizi kendi kalbimize gönderip kendi kuyularımıza indirerek anlam kazanıyor. Ancak sabırlı ve dinlemeyi bilen kalplere fısıldanan bu sır belki de bu uzun, çokça acılı, tatminkar sonların pek olmadığı hayatın tesellisi ve anlamı.