Meslek lisesinden terkti. Okumak istememişti. Önemli olan zenginlikti. Zengin olmak istemişti. Rahat yaşamak, insani gereksinimlerini karşılayıp çoluk çocuğuna ekmek götürmek için değil. ‘Küpünü doldurmak’ hevesi denilebilirdi tasasına. Olmuştu da nihayetinde. Yetmiyordu ama serveti, tatmin olmuyordu. Paranın miktarıyla ilgili bir şey değildi tatminsizliği. Rezidans mahallesinin, komşularının en zengini, en gösterişlisi olup servetini herkese sergilemek istiyordu. Ona imrensinler, ondan söz etsinler, komşuları çocuklarına onu örnek göstersinler. Bilinmek istiyordu, parmakla gösterilmek. Oradan alışveriş etmek. O takım elbiseyi, o ayakkabıyı, o kravatı almak; onlarla konuşup yiyip içmek. Onlarla yazlık komşusu olmak, tatillerini aynı yerde geçirmek istiyordu. En çok kazananlarla, daha çok kazananlarla, servetini telaffuz edemedikleriyle birlikte kahve içmek. Ramazan geldiğinde orucunu pahalı bir lokantada, varaklı koltuklara kurulup hurmanın ve zeytinin en kalitelisiyle, sağ eliyle açıyordu. Emlakçılık yaparken yaşadığı Eyüp’e de nadiren gidiyor ama fazla oyalanmıyordu, nicedir. Oradakiler ile bir şey paylaşmak istemiyordu artık. Fatih’in, Üsküdar’ın ara sokaklarına kırk yılın başı işi düşüyordu; çok kalmıyor, işi her neyse bitirip hemen uzaklaşıyordu. Üzerine geliyordu o bitişik binalar, dar sıkışık sokaklar. ‘Yırtmadan’ önce ev gezdirdiği o dar, karanlık, kasvetli, kaldırımsız sokaklar. Yeteri kadar çalışmıyordu o kasvetli dar sokaklarda yaşayanlar. Oysa Allah çalışana verirdi; böyle düşünüyordu ve böyle düşündüğü için mutluydu.
Şantiyelerinde çalışanların ne denli şanslı olduklarını da düşünüyordu. Asgari ücret ödüyordu işçisine. Hiçbiri sendikalı olmak istemiyordu işçilerinin. Aklı başında, şuurlu ve inançlı işçilerdi. Günde 10-12 saat çalışıyorlardı ve mutlulardı. İbadetlerini de yapabiliyorlardı, her şantiyeye mescit açmıştı. İbadet eden, sendikalı olmak istemeyen ve ücretin asgarisine çalışan işçilerini takdir ediyordu. Sigorta yaptırmadığı işçileri de vardı. Bu sayede, vasıfsız işçinin de iş bulup para kazanmasını sağlamış oluyordu. Çok insanı ekmek sahibi yaptığını düşünüyor, böyle düşündüğü için mutlu oluyordu. Sevaba giriyordu o insanların karnını doyurarak. Ekmek veriyordu onlara. Maliyetleri olabildiğince düşürmek zorundaydı daha fazla kâr elde etmek için. Daha fazla kâr, ümmetin gönenci uğrunda, daha fazla güç ve iktidar demekti. Kârından feragat edemezdi. Çok kazanmalıydı. Hesap vereceği merci yeryüzünde değildi. Allah’a hesap verme konusunda ise içi çok rahattı. İnsan doyuruyor, babalık ediyor, mescit açıyor, arada bir cami yardımlaşma derneklerine ve bazı önemli vakıflara bağış yapıyordu. Kestiği kurbanın derisini dini kurumlara bağışlıyordu. İki üç dini bütün öğrenciye burs da veriyordu. Güvendiği kimi çok kıymetli hocaları vardı. Onlara çok değer veriyor ve sık sık danışıyordu neyin doğru olup olmadığını. Ne kadar şanslıydı ki, öğütlerine değer verdiği kıymetli büyükleri de kendisini ve yaşam tarzını, düşüncelerini takdir ediyordu.
İş bağlantıları için ibadetini görünür hale getirmesi önemliydi. Sanılanın aksine ibadet de aynen hayır işleri gibi açıktan yapılmalıydı ki özendirici olsun, diye düşünüyordu. Gizli yapılanın kimseye yararı yoktu. Böyle düşünüyor olmaktan da çok hoşnuttu. Cuma namazlarını mutlaka kimi değerli büyüklerinin gittiği camilerde kılmaya gayret ediyordu. Ön saflarda kılmaya özen gösterdiği ve rükû ile secde arasında göz ucuyla çevresine bakındığı namaz çıkışlarında, kendini görünür kılmak için çaba harcıyordu. İki yılda bir umreye gitmeye özen gösteriyordu. Tabii, ailesiyle. En pahalı otellerden birinde kalıyorlardı, benzerleriyle birlikte. Yolda, otelde, ziyaretlerde bol bol iş konuşma fırsatı buluyordu. İmar değişikliklerinden, arsa tahsislerinden, değerli arazilerden söz ediyorlardı. Arada, yeni taşındıkları ‘akıllı ev’den de konu açıyordu. Akıllı evlerinde büyük bir hobi odası vardı. Hobisi olmasa da, ev hobi odalı olmalıydı. Her şeyin en iyisine layık olduğu kanısındaydı. Çevresindeki herkes birbiriyle Allah’ın adını vererek konuşuyordu. “İnşallah o ihaleyi,” “Allah’ın izniyle o araziyi,” “Allah nasip ederse fabrikayı,” “Şükür ki vergi affını...” Osmanlıca sözcükler kullanmayı tercih ediyordu. Anlamlarını pek bilmiyordu ama daha ‘mümin’ hissediyordu böylece. Her işe sağ el ile başlıyordu. Geçenlerde belediyedeki bir çalışana hayli pahalı bir hediye almıştı. Sağ eliyle verdi. Her işe sağ elle başlamakta, sağ elle yapmakta büyük faydalar olduğunu düşünüyordu.
Çevresine hükümetin başarısından, yakalanan ‘istikrarın’ öneminden söz ediyordu sürekli. Eski hükümetler döneminde ne büyük sıkıntılar çekildiğinden, Allah’a şükür o günlerin geride kaldığından dem vuruyordu sık sık. “70 sente muhtaçtık” diyordu misal, durup dururken. “Ekmek karne ile veriliyordu zamanında,” deyiveriyordu. ‘Camilerin ahır yapıldığından’ bahsediyordu, hiç yeri gelmemişken. Gezi darbesine kalkışan çapulcuların, ateistlerin, komünistlerin, Ermenilerin, Musevilerin, Alevilerin, muhtelif lobilerin, Siyonistlerin, emperyalistlerin ve ‘Esed’in, huzuru bozmaya yönelik niyetlerinden şikâyetçiydi. 15 Temmuz sonrasındaki soruşturmalardan bir an tedirgin olmuş ancak aylar içinde rahatlamıştı. Cemaat mensubu çok arkadaşı vardı ve onlarla da iş yapıyordu. Bir kısmı kaçmış, bir kısmı içeri girmişti. Ailecek görüştükleri insanlardı ve bir iki kez hoca efendinin vaaz kasetlerini dahi dinlemişliği vardı ama o günden sonra hepsinin telefonunu silmiş, aileleriyle görüşmeyi kesmişti. Kırk yılın başı bir aile ferdiyle karşılaştığındaysa yolunu değiştiriyor, kesinlikle selam vermiyordu. Devir selam sabah devri değildi.
Tezhip ve minyatür dışında sanata merakı yoktu. Tezhip sanatına da yoktu açıkçası. Ancak salondaki üçlü koltuğun ve iş yerindeki büyük masanın arkasına iki üç tabloyu şart görmüşlerdi ailece. Tiyatro, sinema ve edebiyatla hiç ilgilenmiyordu. Ciddiye almıyordu böyle şeyleri. Boş, yararsız ve hatta günahkâr buluyordu. Eğitimli insanlarla da pek yoktu arası. Hemen tüm gazetelerin ve televizyonların aynı içerikle haber yapıyor olmasından son derece memnundu. Her yerde birlik ve beraberlik görmek istiyor, bozgunculuktan nefret ediyordu. Toplumsal eylemlerde öldürülenlere, kör edilenlere üzülmüyordu. Devlete karşı çıkmanın bedelini ödediklerini düşünüyordu. Böyle düşündüğü için mutluydu. Muhalefete çok sinirleniyordu. Batı’ya, ama özellikle yeni havaalanını çekemediği için Türkiye’yi karıştıran Almanya’ya bozuluyordu. Alman müşterileri olmasa çok ağır konuşabilirdi. İstikrarı, zenginleşmeyi çekemediklerini düşünüyordu Batılıların, özellikle Almanların.
Yolsuzluk iddialarını ciddiye almıyor, konuyu açanlardan hazzetmiyordu. Ayrıca insan gözüyle görmediğini doğruymuş gibi dile getirmemeliydi. Önemli olanın ‘zenginleşme’ olduğunu düşünüyordu. Dindar kesim zenginleşmeli, Allah’ın izniyle yeni bir memleket inşa etmeliydi. Batı’nın teknolojisine özenmeliydi çoluk çocuk, ahlakına değil. Ama ne yazık ki bazen bir yerlerde, ceddin ahlakına yakışmayan davranışlar fark ediyordu gençlerde. Kendi evlatlarına üniversiteyi yurt dışında okutmuş, buna mukabil milli duygularının gelişip güçlenmesi için de elinden geleni yapmıştı. Allah kızdan da oğlandan da razı olsun, kıymetli çocuklar olmuşlardı. Belediye meclis üyeliği de yapan oğlan işlerin başına geçmiş, kız üniversiteden sonra hemen evlenmişti. Partinin kadın kollarında hayırlı faaliyetler gerçekleştiriyordu. İki evladı da güzel muhitlerde, biri Sultan Konakları, diğeri Nur Tavır’da evlerini almışlardı. Münasip bir hayat sürüyorlardı.
Kazanmak, çok kazanmak istiyordu. Hukuksuzluk iddialarına aldırmıyordu. Solcuların ve terörist bozuntularının partisini zayıflatmak için ileri sürdükleri yalanlar olduğunu düşünüyordu bunların. Böyle düşündüğü için çok mutluydu. Birilerinin işi gücü fitneydi. Milletin oyu ile iktidara gelenin doğal olarak her istediğini yapacağını, yalnızca millete ve Allah’a hesap vereceğini düşünüyordu. Ak Saray’ı da çok takdir ediyordu. Liderinin eski püskü bir köşkte oturmasına gönlü razı değildi. Karşı çıkanları, "Bunlar ilk köprüye de karşıydılar" diyerek küçümsüyor; binanın, evin, sarayın, arabanın, caminin vs. büyük, çok büyük, en büyük ve en yaldızlı, en varaklı, en sütunlu, en kemerli olanlarını seviyordu. Farklı görüşte olan herkesi hain biliyordu. Hainlerin ise en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu. Yeşil alanları sahiplenenlerin, imar değişikliklerine karşı çıkanların, yolsuzluk iddialarını gündeme getirenlerin ‘servet’ ve ‘devlet’ düşmanı olduğuna inanıyordu. Onların aldığı her güçlü nefesi, kendi yaşamına tehdit kabul ediyordu. Çok kazanmak, daha çok kazanmak, deli gibi kazanmak istiyordu. Güç istiyordu. Takdir edilmek istiyordu. Saygınlık istiyordu. Allah kötülere, bozgunculara fırsat vermez diye düşünüyordu. Böyle düşündüğü için çok mutluydu.
Yaşamında, ilişkilerinde, davranışlarında, düşüncelerinde, sohbetlerinde; geçmişte yaşadığı herhangi bir şeye referans verilerek kafa yorulacak bir gizemi yoktu. İlginç bir biçimde hiç bir derinliği yoktu, üzerinde düşünmeye değer. Ve haliyle, ancak hiçbir derinliği olmayan bir hikâyenin kahramanı olabilirdi.
Besmele ile biniyordu pahalı ve gösterişli arabasına, sağ eliyle açıyordu kapıyı. Sağ elin, pek çok kapıyı kolaylıkla açtığını fark edeli çok olmuştu. Muktedirin yağında, halinden memnun, Allah’ın izniyle kavrulup gidiyordu…
Başlık: “Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim; görevi olmasaydı sol elimi keserdim.” Necip Fazıl Kısakürek