Kaliforniya'nın kıyamet yangınları
Antroposen yangınları, nükleer savaşın ekolojik eşdeğeri haline geldi. Felaketin boyutunu kavramakta tasavvurumuz aciz kalıyor.
Mike Davis
Solcu bilim kurgu yazarı Ward Moore’un 1947 tarihli Greener Than You Think (Sandığından Yeşil) romanında, Los Angeles’ta yaşayan çılgın bir bilim insanı olan Josephine Francis keşfinin tanıtımını yapmak üzere, 'bir hamam böceğinin bütün içgüdülerine sahip' diye tasvir edilen meteliksiz satış elemanı Albert Weemer’ı işe alır. Francis’in 'Metamorphizer' (Dönüştürücü) adlı keşfi, otların büyümesini hızlandıran ve kıraç, taşlık topraklarda serpilmelerinin önünü açan bir bileşimdir. Buğday ve diğer tahılların çeşitliliğini kitlesel olarak artırarak dünyadaki açlığın kökünü temelli kazımanın hayalini kurar Francis. Bilimden yana zır cahil olan Weemer’in kafasında ise, kapı kapı dolaşıp bileşimi çimen ilacı diye satarak kolay yoldan parayı vurmaktan başka bir şey yoktur. Araştırmaları için çaresiz paraya ihtiyacı olan Francis gönülsüzce de olsa kabul edince, Weemer sayfiye evlerinin yıpranmış çimenliklerine doğru yola koyulur.
Otların genlerini başkalaştıran ilacın haddinden fazla işe yaraması Weemer’ı şaşkına çevirir. Dinkman ailesinin bahçesindeki yabani otlar, ne biçmenin ne ot kıranın fayda ettiği 'Şeytani Çimen' adlı bir kabusa dönüşüp bütün kente yayılmaya başlar. “Kabus gibi bir huzursuzluk içinde eğilip bükülerek… yoluna çıkan her şeyi acımasızca bürüp atıyordu. Yolun ortasında delik, altında kaybolmuş, bir çalı yutulmuş, bir duvar yaması görünmez olmuştu.” Kaldırımları, evleri yemeye devam eden, en sonunda bütün şehri yutan bu yeni hilkat garibesi Bethlehem’e doğru süzülür.
Greener Than You Think hem komik hem de hafiften sinir bozucu olsa da, abes kehanetleri, iklim değişikliği tarafından içinde yaşadığımız hadiseler haline çevrilmiştir. Şeytani Çimen aslında, kendisine yakışan bir şekilde ripgut (belalı) brom, püsküllü çayır (Ç.N. cheat grass-hileli çayır) gibi nahoş isimler alan, istilacı ve neredeyse kökü kazınamaz bir cins olan Bromus’tan başkası değildir. Kökeni Akdeniz ve Ortadoğu olan cinsin bazı türleri, Altına Hücum’la birlikte Kaliforniya’ya gelmiş; aşırı otlatma bromların ve Avrupa menşeili çayır yulaflarının, saldırgan bir biçimde yerli türlerin yerini almasının önünü açmıştır. Şimdiyse, yangın ve şehir merkezinin genişlemesi, bütün eyalet boyunca ekosistemleri kolonize eden ve gerileten bu türlerin 'dönüştürücüsü' oluvermiştir.
Doğu Mojave Çölü kıyıcı bir örnektir. Los Angeles’tan Las Vegas’a giderken eyalet sınırına 20 dakika mesafede, I-15 otoyolundan Cima Road denilen iki şeritli asfalt yola bir çıkış vardır. Bu çıkışın Kuzey Amerika’nın en büyülü ormanlarından birine açıldığı kolay kolay tahmin edilmez: Uçsuz bucaksız bakir Joshua ağaçları, Cima Dome (Cima Kubbesi) olarak bilinen ufak Pleistosen yanardağlarından oluşan alanın üstünü örter. Boyları 15 metreyi bulan ormanın en büyük ağaçlarıysa bin yıllıktır. İnsanı hayrete düşüren bu devasa yuka ağaçlarından tahminen 1.3 milyonu, şimşek sebebiyle çıkan ağustos ortasındaki Dome Yangınında kül oldu.
Doğu Mojave Çölü’nde çıkan ilk yangın değil bu. 2005’teki büyük yangın, 400 bin hektarlık çölü alazlamış ama ormanın kalbi olan Dome’u es geçmişti. Geçtiğimiz kuşak boyunca kızıl brom denilen bir türün istilası, Joshua ağaçlarının altında tutuşturucu bir örtü oluşturmuş ve Mojave’yi bir yangın ekolojisi haline getirmiştir (Aynı görevi Great Basin’de [Büyük Havza] istilacı püsküllü çayırlar üstlenmektedir).
Çöl bitkileri, Kaliforniya meşe ve fundalıklarının aksine yangınlara uyum sağlamamıştır, bu sebeple de yeniden hayat bulup bulmayacakları şüphelidir. Mojave Ulusal Koruma ekibinin başındaki bilim insanı Debra Hughson, yangını bir yokoluş hadisesi olarak tanımlıyor. “Joshua ağaçları oldukça kolay tutuşur cinstendir. Ölecekler ve geri gelmeyecekler.”
Burada yanan çöller küresel bir trendin bölgesel yansımasından başka bir şey değil. Akdeniz bitki örtüsü yangınla iç içe evrimleşmiştir, hatta meşeler ve fundalık bitkilerinin çoğu, kendilerini yenileyebilmek için aralıklı yangınlara ihtiyaç duyar. Ancak, Yunanistan, İspanya, Avustralya, Kaliforniya’da rutin hale gelen aşırı yangınlar, Holosen evresinin adaptasyonlarının boyunu aşmakta, biyotada geri dönülemez değişimleri beraberinde getirmektedir
Avustralya iddialı bir rakip olsa da, aşırı sıcaklıkların sık sık, doğal yenilenmenin önünü kesen aşırı yangınlara yol açtığı; ağaçlara musallat olan hastalıklarla birlikte ikonik manzaraların fakir çayırlara, ağaçsız aklanlara dönüştüğü bu fasit dairenin en kitabi örneği Kaliforniya’dır. Pek tabii, yerli bitkilerle birlikte, yerli fauna da kaybolup gitmektedir.
Yüzyılın başında sulama plancıları ve yangın uzmanlarının odağında, şiddeti artan La Niña döngülerinin ve düşmek bilmeyen inatçı yüksek basınç kubbelerinin (ikisinin de nedeni insan yapımı ısınmaya dayandırılabilir) yol açtığı, uzun yıllar sürecek kuraklık tehdidi vardı. En kötü korkuları, geçtiğimiz on yılda yaşanan, belki de son 500 yılın en büyüğü olan uzun kuraklıkla gerçek oldu. 2018 ve 2019’da yaşanan yangın fırtınaları için gereken yakıtı da, kabuk böceği hastalığına tutulan tahminen 150 milyon ağacın ölümüne neden olan bu kuraklık sağlamış oldu.
Çamların ve kozalaklı ağaçların teker teker kökünün kurumasına, 'ani meşe ölümü' olarak bilinen mantar pandemisinin katlanarak büyümesiyle birlikte Kaliforniya ve Oregon Coast Sıradağları’ndaki milyonlarca yaprak dökmeyen meşenin ve tanoak ağacının ölümü eşlik etti. Tanoaklar özellikle, Douglas köknarları, sekoyalar, ponderosa çamlarıyla karışık ormanlarda yetiştikleri için geride bıraktıkları enkazın, kıyı şeridi dağlarından Sierra dağ eteklerine kadar uzanan şimdiki yangın fırtınaları için milyonlarca barile denk güçte yakıt sağlamış olduğu söylenebilir.
Olağan kuraklıkların yanı sıra, artık bilim insanları yeni bir fenomen olan 'kızgın kuraklık'tan (hot drought) bahsediyor. Yeni normalimiz olan aşırı yaz sıcaklıkları, 20'nci yüzyıl ortalamasında yağış düşen senelerde bile rezervlerde, derelerde ve akarsularda gerçekleşen buharlaşmayla birlikte büyük çapta su kayıplarına neden olmakta. Misal Güney Kaliforniya’nın can damarı olan aşağı Colorado Nehri’nde önümüzdeki birkaç on yıl içinde şu anki debinin, yağış miktarı düşsün düşmesin, sendeletici bir biçimde yüzde 20 oranında azalacağı tahmin edilmektedir.
Gelgelelim Ölüm Vadisi’ndekine benzer sıcaklıkların (San Fernando Vadisi’nde birkaç hafta önce 49.5 derece ölçüldü) en yıkıcı etkisi, bitki ve toprakta yaşanan nem kaybıdır. Yağmurlu geçen kışlar ve baharın ilk ayları, bizi ziyadesiyle serpilen bitki manzaralarıyla büyülüyor olsa da, bir yandan da çok miktarda çimen ve ot benzeri bitkinin (çimen olmayan otların) bitmesine neden olmakta; bu otlar da cehennemvari yaz aylarında menhus rüzgârlar geri döndüğünde yanarak çıra işlevi görmektedir.
Bromlar ve diğer senelik egzotik çimenler, bu yeni yangın rejiminin başlıca yan ürünleri ve kolaylaştırıcılarıdır. Bilim insanlarının farklı bitki türlerini yakıp, yanma davranışlarını inceledikleri deneysel senaryolar üstüne yıllardır yapılan araştırmalar, bromların Darwinci eşiğini tespit etmiştir. Otsu yer örtüsünün iki katı derecede, yani topraktaki besin ögelerinin buharlaştığı, bu sebeple de yerli türlerin geri dönmesine ket vurulduğu sıcaklıkta yanmaktadırlar. Bromlar ayrıca kirli havada hayatta kalabilmekte ve yüksek karbon dioksit seviyelerinden bitkilerin çoğundan daha etkili yararlanmaktadırlar. Bunlar da ona, ekosistemler arasındaki mevcut mücadelede büyük evrimsel avantajlar sağlamaktadır.
Oregon State Üniversitesi Ormancılık Fakültesi’nde, daha önce ihmal edilmiş bir konu olan Batı Yakası ormanlarındaki çimen istilasını çalışan bir grup araştırmacı bu yılın başında, yangınla başlayacak geri besleme döngüsü bir kez iyice oturdu mu her şeyin tıkır tıkır ilerleyeceği uyarısında bulunmuştu. Tıpkı Weemer’ın Şeytani Çimeni gibi istilacılar insanların ne istediğini pek takmazlar. “Kontrol edilemez yangınları hafifletmek adına tasarlanmış olan seyrekleştirme ve planlı yangınlar gibi düzenleyici eylemler de, çimen istilasını kızıştırıp yanıcı örtüyü artırabilir; bunun da büyük oranda dikkatlerden kaçan, coğrafi dokuyu etkileyebilecek sonuçları olabilir.” Bu yabani ot kıyametini teorik olarak erteleyebilecek yegâne şey, çimen biyokütlesini ortadan kaldırmak için girişilecek kesintisiz bir seferberliktir (bu da büyük bir tam zamanlı orman işçisi ordusu ve arazi sahiplerinin tam işbirliğini gerektirmektedir).
Tehlike altındaki ormanlık arazilerdeki yangın sonrası yeniden inşalarla birlikte, sıfırdan yapılacak binaları da rafa kaldırmak zorundayız. Kaliforniya’da son yirmi yılda inşa edilen yeni binaların çoğunluğu, kâr getirici ama akla hayale sığmaz biçimde yangın riski yüksek bölgelerde yapıldı. Çoğunluğunu Kaliforniya’nın insan çeşitliliğinden kaçan beyazların oluşturduğu 'şehir merkezinin taşması', her yerde botanik karşı devrime ön ayak olmaktaysa da, buralarda yaşayanlar genellikle ormana bakıp otları görememektedirler.
Peki, ama bu yaşananlardan çıkaracağımız sonuç ne olmalı? 1940’ların sonlarında Berlin’den geriye kalanlar, doğa bilimcilerinin üç yıl boyunca yağan yangın bombalarının ardından gelen bitki ardışıklığını araştırabilmeleri için bir laboratuvar haline gelmişti. Beklentileri, bölgenin orijinal bitki örtüsünü oluşturan meşe ormanlarının ve onlara eşlik eden bodur ağaçların kendilerini yenilemesiyken, korktukları başlarına geldi ve böyle olmadı. Onun yerine çoğunluğunu nadir bahçe bitkilerinin oluşturduğu egzotik kaçkınlar, bölgenin yeni hâkimleri oldu.
Botanistler çalışmalarını, bombalanan en son bölge 1980’lerde temizleninceye dek sürdürdü. Bu ölü mıntıkada ortaya çıkan bitki örtüsünün kalımlılığı ve Pomeranya ormanlarının kendi kendilerini hayata döndürememesi, 'Tabiat II' hakkında bir tartışmayı ateşledi. İddia, yanıcı maddelerin oluşturduğu aşırı sıcaklık ile tuğla yapıların toz hale gelişinin, Pleistosen buz örtüsündeki morenler üstünde evrimleşmiş olan 'cennet ağacı' (Ailanthus) gibi dayanıklı bitkilerin kolonizasyonuna davet çıkaran yeni bir tür toprak yarattığı yönündeydi. Topyekûn bir nükleer savaşın da, benzer bir sonucu çok daha büyük ölçeklerde yaratabileceği konusunda ikazda bulundular. (Daha fazlası için Dead Cities kitabıma bakabilirsiniz). Antroposen yangınları, nükleer savaşın fiziksel eşdeğeri haline gelmiş durumdadır. Avustralya Victoria’daki 2009 Kara Cumartesi yangınlarının ardından bilim insanları, bu yangınlarda ortaya çıkan enerjinin Hiroşima’ya atılan atom bombasının 1500 katına denk olduğunu hesapladılar. Kuzey Kaliforniya’nın üstüne haftalara çöken yangın bulutlarını üreten enerjiyse bundan çok daha fazlasıydı. Bay Area’nın üstünde haftalarca dağılmayan zehirli turuncu sis de, bir tür bölgesel nükleer kıştan başka bir şey değildir.
Bir zamanlar kutsal addettiğimiz tabiat parçalarının yerine koyduğumuz yangın enkazlarından yeni ve son derece meşum bir doğa hızla baş vermekte. Felaketin hızını ya da boyutunu kavramaktaysa tasavvurumuz aciz kalıyor.
Yazının orjinali The Nation sitesinden alınmıştır. (Çeviri: Mehmet Fahrettin Biçici)