Geçtiğimiz Cuma günü yaptığı bir konuşmada, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, merkez bankasını şöyle eleştirdi: "Yıl sonu tahminlerini kaç kere revize ettiniz. Söylediklerinizin hiçbiri tutmuyor, tutmaz! Yanlış yoldasınız". Erdoğan sadece faiz politikasını eleştirmedi, aynı zamanda merkez bankasının para politikasını yürütürken sahip olduğu genel teorik çerçeveyi de eleştirdi. Ancak geçtiğimiz hafta belirttiğim gibi, Erdoğan her türlü yetkiyi elinde bulundurmasına rağmen merkez bankası kanununu değiştirerek kendi felsefesine göre bir dizaynı hayata geçirmeye yönelik bir adım atmıyor.
Bununla ilgili olarak geçen hafta, hakim merkez bankası paradigmasında yapılacak bir değişikliğin sadece para politikasının değil, genel olarak ekonomik yönetimin yöneliminin kulvar değiştirmesi anlamına geleceğine işaret etmiştim. Bu anlamda “kalkınmacı” merkez bankası tartışmasının gündeme gelmesinin, basitçe “faizler insin” düzeyindeki bir talepten çok, neoliberal popülist modelin yaşadığı sorunlarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Geçen yazıda merkez bankacılığın tarihsel gelişimine değinerek, yakın dönemde ortaya çıkan finansallaşmanın merkez bankaları ve para politikası yönetimi üzerinde etkili olduğuna işaret etmiştim. Bu yazıda kaldığım yerden devam ediyorum.
PARASAL KISITIN TESİSİ
Finansallaşma, bir yönüyle parasal kısıtın (monetary constraint) ihlali idi. 1970’li yıllarda Bretton Woods sisteminin çöküşüyle kredi yaratma üzerindeki dışsal kısıt geçici olarak gevşemiş oldu. Bu dönem, aynı zamanda dünya genelinde enflasyonun patlaması ile sonuçlandı. Kredi genişlemesi önündeki dışsal kısıtın gevşemesi durumunda parasal disiplinin yeniden sağlanması, para politikasının enflasyon karşıtı bir şekilde tanımlanması ve kurumsal olarak merkez bankalarının bağımsızlaşmasıyla gerçekleşti.
Dolayısıyla enflasyonun yeniden kontrol altına alınması, ancak para arzının ve kredi genişlemesinin dizginlenebilmesi sonucunda mümkün oldu. Finansallaşma döneminde geç kapitalistleşen ülkelerdeki bağımsız merkez bankaları, bir yandan enflasyon hedeflemesi sistemi ile kredi genişlemesini kontrol altında tuttu (fiyat istikrarı), diğer yandan da rezerv genişlemesi ile küresel finansal akımlardaki dengesizliklerden kaynaklanabilecek sorunları engellemeye çalıştı (finansal istikrar).
Ancak şunu unutmayalım: Meta-para sistemi sonrasında kağıt ve dijital para sistemlerinin gelişmesiyle, parasal kısıtın taşıyıcılığının devletin üstüne geçmesinden bu yana merkez bankacılığı, somut konjonktürden bağımsız olarak, kapitalizmin çelişkili doğasını yönetmekle görevlendirildi. Değerin iki görünümü olan para ile meta arasındaki uyumu sağlama sorunu, kapitalizmin temel istikrarsızlık üreten mekanizmalarından biridir. Mevcut üretim ilişkilerinin korunduğu bir ortamda bu çelişkinin ortadan kalkması beklemez. Merkez bankasının işi konjonktür karşıtı önlemlerle krizlerin etkisini yumuşatmak ve nihai olarak da krizin maliyetlerinin toplumsallaştırmaktır. Bu düzeyden bakınca “kalkınmacı” ve “neoliberal” merkez bankası modellerinin işlevi aynıdır.
'NEOLİBERAL' MERKEZ BANKASI
Bu uzun parantezden sonra, iki farklı merkez bankacılığı modelinden ikinciyi açıklamaya devam edebiliriz. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda merkez bankalarının küresel finansal akımlara olan duyarlılığının artması, bir seçenek olarak değil zorunluluk şeklinde gelişmiştir. Geç kapitalistleşen ülke merkez bankalarının enflasyonu düşürmek için faiz aracını kullanmaları, aynı zamanda küresel sermaye akımlarından yararlanabilmek ve bu akımları cezbedebilmek için de işlevseldir. Buna karşılık uluslararası yatırımcılar için bir ülkede para otoritesinin bağımsız bir şekilde konumlandırılmış olması, (kendileri açısından) “daha iyi” makroekonomik sonuçların üretilebileceği ve istikrarlı bir yatırım ortamının varlığı yönünde bir işaret anlamına gelmektedir.
Ancak merkez bankalarının uluslararası sermaye hareketlerine artan duyarlılığı, geç kapitalistleşen ülkelerdeki merkez bankalarının politika seçenekleri üzerinde sınırlayıcı bir etki yapmaktadır. Bu sınırlandırıcı etki, merkez bankası bağımsızlığı ile somutlanan ana akım merkez bankacılığı uygulamalarının geç kapitalistleşen ülkelerde hayata geçmesi için pekiştirici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla merkez bankacılığı alanında olası alternatif modellerin geliştirilmesi için ilk önkoşul, merkez bankalarını küresel sermaye akımlarına daha az duyarlı hale getirecek tedbirlerin alınması olacaktır. Yani, sermaye hareketlerinin kısıtlanmasını gündemine almayan bir “kalkınmacı” merkez bankası modeli önermek temelsizdir.
2008 KRİZİ SONRASI DÖNEM
2000’li yıllar boyunca erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki ekonomik konjonktür nedeniyle dünya ekonomisinde oluşan sermaye bolluğu dönemi, 2008 krizi sonrasında, bu sefer merkez bankalarının krizden çıkmak ve ekonomik canlanmayı yeniden sağlamak için geleneksel olmayan para politikası uygulamalarına gitmeleriyle birlikte devam etti.
Örneğin 2009 ile 2012 yılı sonu arasında dünyadaki toplam sermaye hareketlerinin hemen hemen yarısını oluşturan 4.5 trilyon dolarlık bir fon yükselen piyasa ekonomilerine giriş yaptı. Böyle bir gelişme olmasaydı, Türkiye için “kriz teğet geçti” iddiasında bulunmak mümkün olmayacaktı. Ancak 2013’ten itibaren bu genişlemeci politikanın sonlanma belirtilerinin artmasıyla beraber, geç kapitalistleşmiş ülke merkez bankaları için düşük enflasyon ile hızlı büyümenin birarada gerçekleştiği bir ekonomik ortamın objektif koşulları hızla ortadan kalktı.
ABD’deki para politikasının “normalleşme” patikasına girecek olması, geç kapitalistleşen ülkeler ve yeni “Kırılgan Beşli’de” de yerini muhafaza etmeyi başaran (!) Türkiye’deki para politikası otoriteleri açısından önemli sorunların doğmasına neden olabilir. Dolayısıyla geç kapitalistleşen ülkeler açısından izlenecek para politikasının ne olması gerektiği ve merkez bankacılığı uygulamalarının nasıl şekillendirilmesi gerektiği soruları, sermaye hareketlerinin giderek daralacağı bir dönem açısından giderek önemini artıran sorular olarak karşımıza çıkacak.
ÇELİŞKİLER KESKİNLEŞİYOR
Üretimin hakim örgütlenme mantığı kapitalist olmayı sürdürdükçe, devletin parasal kısıtın sağlanması işlevini üstlendiği bir ekonomide, istikrarın sağlanması mümkün değildir. Bu yapısal istikrarsızlık, her bir ülkenin somut siyasal, ekonomik ve kurumsal yapısı ile şekillenir, açığa çıkar. Türkiye ekonomisinin 15 yıllık AKP iktidarı sonrasında sıkıştırıldığı nokta şurasıdır:
Bir yandan ana-akım merkez bankacılığı uygulamalarının sürdürülmesi ve sürece sadece faiz aracının kullanılmasıyla yanıt verilmesi durumunda zayıf büyümenin giderek durağanlaşması, hatta ekonomik daralma ihtimali artmaktadır. Diğer yandan faiz artışının ertelenmesi ve sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda kuru sabitleme girişimleri sadece firmaların üzerindeki kur riskinin halka aktarılması anlamına gelecektir.
Kısacası çelişkiler keskinleşiyor ve krizin zaman içinde ileriye kaydırılması giderek zorlaşıyor. Bu ortamda, iktidar çevrelerinin formüle ettiği anlamdaki “kalkınmacı” merkez bankası modeli yok hükmündedir. Merkez bankacılığı alanındaki köklü bir dönüşüm, ancak üretim organizasyonunun ve ekonominin genelinin neoliberal yörüngeden çıkması ile tartışılır bir konu hale gelebilir. Böyle bir gelişme yokken siyasetçilerin merkez bankasına yüklenmesinin tek anlamı, olası bir ekonomik çöküşte suçlayacak bir günah keçisini bulma ve sorumluluğu merkez bankasına yıkma çabasıdır.