Geçtiğimiz hafta, Adıyaman’ın
Menzil köyünü dergah haline getirmiş olan tarikat şeyhi hayatını
kaybetti ve sonrasında yaşananlar, pek çok bakımdan ibretlikti.
Öncelikle, tarikatın intisaplılarının sayısal büyüklüğü çok
konuşuldu ve cenazeye yaklaşık 2 milyon civarında kişinin
geleceği/geldiği söylendi. Ezici çoğunluğunu yoksulların
oluşturduğu ama, toplumun her sınıfından, her katmanından insanlar,
büyük bir disiplin ve tevekkül içinde cenazeye geldiler, katıldılar
ve döndüler.
Geride, en azından seküler dünya için, tarikat holdingin
finansal büyüklüğü, tarikatın üçe bölünmesi sonrası tövbelerin
sıfırlanması, bu tarikata intisab etmiş olanları makarnacılar
hikayesine bağlayacak komikli videolar kaldı.
Güldük, eğlendik.
Öte yandan, ben, herhangi bir sosyal medya kullanıcısından
ziyade, bir sosyal bilimci olarak, meseleye "bu kadar insan bu
tarikata neden bağlanmış" sorusu üzerinden bakmaya çalışacağım.
“Cehalet, ahmaklık, AKP’nin 20 yılı, e zaten Adıyaman…”
bunlar hazırcevaplar, biraz daha dikkatle bakmaya çalışalım, zira
derinlerde sanki başka bir şeyler var.
Ama önce şu “din afyondur” meselesine bakalım. Zira yalnızca, bu
süre boyunca en fazla kullanılan aforizmalardan birisi olmasının
ötesinde, afyon, Menzil meselesini açıklamak için önemli bir
metafor.
“Din halk(lar)ın afyonudur” sözü, aslında Marks’ın, H. Heine ve
M.Hess’in aforizmalarından, Hegelci idealizm ve Feuerbach
materyalizmine karşı geliştirdiği tiradlardan birisidir. Tam olarak
şu şekildedir: “Dinsel ıstırap hem gerçek ıstırabın dışavurumu
hem de gerçek ıstıraba karşı bir başkaldırıdır. Din, ezilen insanın
iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Din
halkların afyonudur.” Afyon metaforunu, Marks’tan önce
kullanan Heine meseleyi şöyle alır: “Tatlı ve uyuşturucu manevi
afyon damlalarıyla, bir yudum aşk, umut ve tevekkül arzusuyla
ıstırap içindeki insanların acı kadehine dökülen dini
selamlayın” ve M. Hess için ise din-afyon “Afyonun ağrılı
hastalıklarda acıyı dindirmesi gibi, din de (…) serfliğin mutsuz
bilincini (…) katlanılabilir hale
getirebilir.”(1)
Yani 1840’lar boyunca Alman İdealizmi ve Hegelcilikle
hesaplaşmaya çalışanlar için, dinin afyon olma özelliği ikili bir
anlam ifade ediyor, bilhassa Marks’ın alıntısında görüleceği gibi
dinin kendisinin ikili anlam ifade etmesi (hem isyan hem çile)
gibi, afyon da hem ağrı kesme/keyif verme işlevi hem de uyuşturma
ahmaklaştırma işlevi bakımından metafor olarak kullanılıyor.
Bilhassa konumuz bağlamında, M.Hess, Menzil’e intisab etmiş
yoksullara o yıllarda yaklaşık olarak karşılık gelen “serfliğin
mutsuz bilincini katlanabilir hale getirme” üzerinden
yaklaşıyor din-afyon meselesine.
Fakat, seküler dünya 'din halkın afyonudur' diye kestirip
attığında, dinin keyif verici/ağrı kesici yönünü de kestirip atmış
oluyor.
Bu mutsuzluk ve ıstırap meselesini Hegel sonrası sosyalistler
genelde yoksulluk üzerinden okur, gelir dağılımındaki mesele sosyal
adalet üzerinden çözülürse, hayat mutlu bir yer haline gelebilirmiş
gibi. Fakat, Weber buraya ontolojik bir itirazda bulunur,
modernizmin Protestan etiği, hayatın büyüsünü bozduğu için, dünyevi
rasyonelliğin demirden kafesi, hayatı sıkıcı bir yer haline
getirmiştir.
Weber’in bu tezi üzerine çalışma yapan pek çok düşünür, erken
modernliğin bir büyü bozumu olmakla birlikte, sonrasında insanların
yaşamı büyüleyecek mekanizmalar aramaya devam ettiklerini ve
kendilerini büyüleyen şeyleri arayıp bulmakta pek de mahir
olduklarını söylerler. Örneğin Weber’in karizmatik otoritesi
aslında kısmen bir büyülenmedir fakat bunun ötesinde, örneğin
Disneyland, McDonalds, AVM’ler(2), giderek
holdingleşen katedraller, konulu restoranlar, tematik parklar ve
son yıllarda yaşadığımız bireyselleştirilmiş lezzet ve keyif
deneyimleri vb., erken modernliğin askıya aldığı büyüyü geri
getirme çabası olabilir, en azından meseleyi böyle tartışan ciddi
bir literatür var.(3)
Menzil’e de işte buradan bakarsak, yani büyüsü bozulmuş dünyayı
büyülemek ya da Marks’ın yarım gördüğümüz aforizmasının kalanı
‘kalpsiz dünyanın kalbi, dünyevi ıstıraba karşı iç çekiş,
afyon-din’ olarak bakarsak, burada yaşanan kitleselleşmeyi biraz
daha iyi anlayabiliriz.
Zira Menzil gerçekten sıradan insanı, berduşları, alkolikleri,
kimsesizleri, yoksulları büyülemek için kurulmuş bir tertibattır.
Gene tüm bu süreç boyunca sosyal medya timeline’larında en fazla
Atatürk’ün “Türkiye, şeyhler, meczuplar, dervişler memleketi
olamaz” vecizini/uyarısını sıklıkla
gördük.(4) Sözün aslında mensuplar diye söylenen
ama bir tür galat-ı meşhur olarak ‘meczup’lara dönüşen bu Freudyen
dil sürçmesi, tam da Menzil efsanesinin kendisini kurduğu yerdir.
Mesela Menzil Şeyhinin ya da onların sevdiği isimle Gavs’ın
ölümünün ardından dolaşıma giren komikli videolardan birisinde,
şeyhe karşı sevgisini anlatan insanlar, ara ara tuhaf sesler
çıkarmaktadırlar; bu görüntüler tıpkı şeyhin attığı
iple rabıtaya girmeye çalışan mensupların yapmaya çalıştıkları gibi
anlamsız ve komik görünebilir.
Ama bence değil.
Bu bir tertibatın sonucu ve tuhaf gelebilir ama bir grup yoksul
insanın hayattan keyif alma ya da dünyevi ıstıraba afyon damlatma
biçimi. Zira her ‘Allah’ ya da ‘peygamber’ dediklerinde, peygamber
sıfatlarını ya da esma-ül hüsnayı zikrettiklerinde, cezbe
geçirebildiklerini yani rabıta aracılığıyla bir tür tanrısal
çeki(l)me girdiklerini düşünüyorlar, bize meczupça gelen ve
Atatürk’e atfedilen dil sürçmesi ile yasaklanan, onların cezbesi ya
da daha açık söylersek, Menzil’in köpürerek büyüyen cazibesi
bu.
Birisini hatırlamanın cezbesi ve birisi tarafından hatırlanmanın
cazibesi. Sürekli olarak bu dergahın taraftarları tarafından buraya
ilişkin kullanılan afektif sevgi dili işte bu tutulmanın dildeki
inşası.
Buranın şifa kapısı olması, bitmeyen çorba, çorbanın aynı kazan
ve kepçeden herkesin ağız tadına göre ayrı keramet göstermesinin
elbette inananları vardır ve bu inananlar sayesinde bu dergah bu
noktaya gelmiştir ama buranın büyüsü, dünyevi çileyi sürekli olarak
etinde kemiğinde ruhunda hisseden, büyülenmeye ihtiyacı olan,
kimsenin insan yerine koymadığı, sıradan insanı, en azından insan
yerine koyuyormuş gibi yapmasından doğan cazibedir.
Mesela şöyle düşünelim, zengin bir ahlaksızsanız toplum sizi
idare etmenin mekanizmalarını geliştirir; ama bitik bir
berduşsanız, bu sefer de muhtemelen ailenizden başlayarak toplum
sizi dışlamanın mekanizmalarını geliştirir.
Bir an buradan düşünmeye devam edelim, yoksul bir insansınız,
berduş ve alkoliksiniz, hiçbir şeyiniz yok, hiçliğin ortasında
anlamsız bir hayatınız var, bütün kapılar yüzünüze kapanmış; bir
vesile kendinizi on binlerce insanın yanında bir kapının önünde
buluyorsunuz ve bir noktada size bir
ip atılıyor, kendinizi bir kozmolojinin içerisinde,
anlamlı görmeye başlıyorsunuz, hayatınız anlam kazanıyor, din,
gavs, Allah gibi büyük büyük kelimeler öğreniyorsunuz. Artık,
kendinizi harcamanın anlamlı bir yoluna sahipsiniz. Yani bir
davanız var. Kendinize benzer insanlarla, sizin geçtiğiniz yoldan
geçen insanlarla ritmik hareketler yapmaya başlıyorsunuz, artık bir
kapınız ve bir aidiyetiniz var.
Bir keyif olarak cezbe, hayata tutunma yeri olarak rabıta ipi,
ev olarak dergah, baba olarak şeyh, komünite olarak tarikat; bitik
bir berduş için yeniden doğmak.
Ne demişti Mustafa Kemal; “Cumhuriyet kimsesizlerin
kimsesidir”. İşte, bu kadar insan, buraya gidiyorsa,
cumhuriyetçiler/sekülerler hatta yer yer sosyalistler, bu makarna
kafalılar mavrasını ve orta sınıf sinizmini bir kenara bırakıp,
kimin kimsesi olmuşlar ve kime kimse olabilirler ya da daha büyük
ontolojik bir mesele olarak bir baltaya sap olmak isterler mi bunu
düşünüp tartışmak lazım.
Tabii ki, tüm bunları söylerken burasının yoksullar için bir
cazibe/cezbe merkezi olduğunu söylerken, burasının İçişleri
Bakanlığı’nın ve devletin derin mahfillerinin denetimi ve
gözetiminde olduğunu, buradaki hikayenin en azından 15 Temmuz’dan
sonra yoksullukla ilgili bir hikaye olmaktan çıktığını, Menzil’in
holdingleştiğini, buralarda literal anlamıyla emek sömürüsü,
çocuk işçilik ve ölümlü iş
kazalarının yaygın olduğunu bir an olsun aklımızdan çıkarmıyoruz.
Fakat, gene de tüm bunlar Menzil’in devlet ile yoksullar arasında
bir köprü olduğu gerçeğini ve tam da bundan dolayı burasının
yalnızca yoksullar için değil, çakarlı arabalı yeni Türkiye
elitleri içinde cazibe merkezi olduğu gerçeğini
değiştirmiyor.
NOTLAR:
(1) Bu konuda ayrıntılı okuma için, Michael
Löwy’nin, Marksizm ve Din: Halkın Afyonu mu? İsimli
makaleye bakılabilir.
(2) Ben burada, dini yoksullar için bir
cazibe/cezbe olarak imal etme üzerinden ilerlemeye çalışıyorum. Ama
din, bilhassa AVM kültürünün etkisiyle, bir tüketim nesnesi haline
de getirilebilir. Burada, öte yandan, Cübbeli’nin ateş geçirmez
kefeni ya da cennete götüren terliğini vb. değil, dinin ve
mabetlerinin çok yönlü bir AVM gibi (şifa dağıtma, dert görme,
bereket verme, psikolojik rehberlik ve danışma vb…), modern
dünyanın içinde asr-ı saadeti çağıran nostaljik bir külliye
mimarisi ile imal edilmesini kast ediyorum.
(3) Bu konuda ayrıntılı okumak için, George
Ritzer’in , Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, isimli kitabına
bakılabilir.
(4) Sinan Meydan, Atatürk’ün 1925 yılında
yaptığı konuşmadaki tahrifatı, 2019 yılında attığı bir tweet ile düzeltmiş. Burada söz
konusu olan şey, meczuplar değil, mensuplar yani yurttaşlık hukuku
dışında herhangi bir yere ait olma durumuna cumhuriyet izin vermez
diyor Mustafa Kemal, ama yıllar içinde hem cumhuriyetin tutumu hem
de Mustafa Kemal’in vecizi aşınıyor.