Öncelikle bazı sözcüklerin anlamını sorgulamakla başlamak gerekiyor. Çocuk nedir, çocuk kimdir? Aile nedir? Çocuk bizim bir uzantımız mıdır? Kan bağıyla doğan her çocuğa sevgi dolu bir aile ortamı sağlanıyor mu? Çocuğun duyguları ne oranda dikkate alınıyor? Çocukla ailelerin kurduğu ilişki, bir güç ilişkisi midir, yoksa birbirini karşılıklı olarak besleyen bir sevgi bağı mı? Sahi kan bağı mı, can bağı mı daha değerlidir? Çocuk emek midir? Veya çocuk doğurmayı reddetmek ile bir çocuğa koruyucu aile olma kapısını aralamak, birbirini dışlayan iki süreç midir?
Ne güzel der Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları’nda: “İki çocuk doğurdum. Ama kendim doğurmak değil, evlat edinmek istiyordum aslında. Kan bağlarına hiç inanmadığım için, dünyaya nasıl olsa gelmiş olan kimsesiz bir çocuğu büyütmek, yeni bir çocuğu dünyaya getirmekten çok daha olumlu bir davranıştı benim açımdan. O zavallı annesiz çocuklar, koruma yurtlarında mutsuzdular; bir kadının gelip, onları almasını, onları sevmesini bekliyorlardı. Bir çocuğu küçükken evlat alırsanız onu ha doğurmuş, ha doğurmamışsınız, hiç fark etmez bence. Çünkü çocuğu benim etimdir, benim kanımdır diye değil, ona emek verdiğiniz için, onun kahrını çektiğiniz için seversiniz aslında. Bertolt Brecht, Kafkas Tebeşir Dairesi’nde, gerçek ananın, bir çocuğu doğuran kadın değil, ona bakan, onu sevgiyle koruyan kadın olduğunu, yadsınamayacak bir mantıkla kanıtlar.”
Bazı çocuklar ana rahminden, bazıları kalpten doğar. Bazıları kan bağıyla tutunurlar ailelerine; bazıları can bağıyla… Bazı çocuklar hastanede açarlar çipil çipil gözlerini dünyaya; bazıları ise çaresiz bir anne tarafından devlet koruması altında bir yuvaya teslim edilirler. Bazı çocuklar, onları doğuran kadının dışlayıcı kollarında değil, ona bakan kadının sıcacık canında ikinci nefesini bulur.
Bazı çocuklar doğar doğmaz anne ve babalarıyla birebir ilişki kurabilirken, bazılarının birincil bakım verenleri yanlarında olmadığı için uyaran eksikliğinden muzdarip, dış dünyadan izole, temel yaşam becerilerinden de büyük oranda eksik kalırlar. Ama sonuç itibariyle hiçbir çocuk ailesini seçemez. Kimisi biyolojik ailesinin kucağına verilirken, kimisi yıllar içinde “kalbiyolojik” ailesine kavuşur bir aile sıcaklığı özlemiyle…
Batı’da uzun zamandır ulusal çocuk bakım sistemlerinde kurumsuzlaşma eğilimi ağır basıyor ve bu noktada da alternatif çözümler olarak koruyucu aile ve evlat edinme seçenekleri ön plana geliyor. Özellikle Birleşmiş Milletler’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nden (1989) bu yana devletler, çocuklara yönelik aile-merkezli sosyal hizmetleri güçlendirmeye ve çocukların ailelerden ayrı kalmasını önleyecek yasalar ve politikalar benimsemeye teşvik ediliyor.
Türkiye’de, 1960’lı yıllardan itibaren koruyucu aile uygulamaları devam ederken, 1983 ve 1993 yıllarındaki iki ayrı yönetmeliğin ardından 14/12/2012 tarihli ve 28497 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Koruyucu Aile Yönetmeliği ile süreç bir yasal çerçeveye kavuştu. Ancak bu yönetmelikten bu yana geçen süreçte çocukların iyi olma hali, ailelerin beklentileri, yaşanan bazı sorunlar ve bunlara çözüm önerilerinin söz konusu yönetmelikte bir güncelleme ihtiyacı doğurduğu da aşikâr.
Koruyucu Aile, Evlat Edinme Derneği Korev, uzun zamandır iki konu üzerinde -koruyucu aile olmak ve evlat edinmek- toplumsal düzeyde ciddi farkındalık ve kamuoyu yaratma çabaları sarf ediyor. Kendisi de iki çocuğa koruyucu aile olan Korev’in yönetim kurulu başkanı Ülkü Aydeniz’in bu süreçteki insanüstü çabaları ve farkındalık yaratma çalışmalarını, bir çocuk hakları savunucusu olarak ben de uzun zamandır büyük bir takdir ve beğeniyle izliyorum.
24 Haziran-15 Temmuz tarihleri arasında Çankaya Belediyesi Zülfü Livaneli Kültür Merkezi’nde, Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kuruluş yıldönümünde Koç Üniversitesi VEKAM tarafından, KOREV’in iş birliğinde Çocuk Davamız sergisi gezilebilir.
30 Haziran 1917 tarihinde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kuruluş yıldönümüne denk getirilen ve çocuk alanında kapsamlı, ulaşılabilir ve bütüncül bir arşiv sunan Sergi, 19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıplarıyla başlayan göç hareketliliği ve ardından yaşanan savaşlarla çok sayıda çocuğun kimsesiz kalmasının ardından doğan “çocuk koruma” ve “kimsesiz çocukların himayesi uygulamaları”na odaklanıyor.
Türkiye’de evlat edinme konusunda kurulmuş en eski dernek olan Korev, o günlerden günümüze ışınlandığımızda sivil toplum alanında koruyucu aile kavramının içini gerçek ve çağdaş anlamıyla dolduran kurumların başında geliyor.
Mayıs ayında Korev’in desteğiyle ve Beyhan Süveren’in kaleminden “Kalpten Doğan Çocuklar: Koruyucu Aile Öyküleri” isimli çok kıymetli bir araştırma kitabı yayımlandı. Kitabı günlerce elimden düşürmeksizin okudum ve koruyucu ailelerin, devlet koruması altındaki çocukların ve onların biyolojik ailelerinin gözlerinden bu süreci okuma fırsatı buldum – tüm insani zaafları, tüm hassasiyetleri, kırılganlıkları, gözyaşları ve mutluluklarıyla…
Kitap, koruyucu ailelerle görüşmeler yapılarak gerçek yaşam öykülerine dayandırılıyor ve her bir öyküde koruyucu aile müessesine dair en çok sorulan sorular yanıtlanıp, başarı öyküleri ekseninde bu konuda özendirmek amaçlanıyor. Ailesini seçme imkanı olmayan her çocuğun sevgiyle, şefkatle büyümeye hakkı olduğu, onların “başkasının” çocuğu olmadığı, her çocuğun doğursak da doğurmasak da sevilebileceği ve yaralarının sarılarak topluma sağlıklı bireyler kazandırılabileceği somut yaşam deneyimleri üzerinden anımsatılıyor. Tüm bunları gönüllü olarak kaleme alan Beyhan Süveren bu açıdan kıymetli bir toplumsal fayda sunuyor.
2000’li yılların başında, koruma altında bulunan çocukların yaklaşık yüzde 2’si koruyucu aile hizmetinden yararlanırken, resmi verilere göre bu oran artık yüzde 50 seviyesine yaklaşmış durumda. Son rakamlara göre, 8 binin üzerinde koruyucu aileyle 10 binin üzerinde çocuğun bakım ve himayesi üstlenildi. Ancak koruyucu aile kavramının halen yeterince bilindiği söylenemez.
Öte yandan, kimlerin koruyucu aile olabileceğine dair ciddi bir bilgi kirliliği de devam ediyor. Bu bilgi kirliliği, çocuk sahibi olmaya dair kültürel normlar ve önyargılarla daha da perçinleniyor. Örneğin bir bekar baba veya annenin de koruyucu anne/baba olabileceğine dair bilgiler genellikle örtbas ediliyor. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, sürekli Türkiye'de ikamet eden, 25-65 yaş aralığında, en az ilkokul mezunu, düzenli gelire sahip, çocuğun öz anne babası ya da vasisi olmayan kişiler koruyucu aile başvurusunda bulunabiliyor.
Tüm bunların önüne geçecek olan ve topluma esin kaynağı sunacak olan da, koruyucu aile olmuş kişilerin yürüdükleri patikaların ve verdikleri mücadelelerin öyküleştirilmesi, medyaya yansıtılması ve doğru bilgi akışının doğru kanallarla sağlanması…
Mart ayında Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, koruyucu ailelere verilen eğitimleri daha sistematik bir hale getirmek için bir Türkiye Koruyucu Aile Akademisi kurmayı planladıklarını söylemişti. Umarım bu akademi de, siyaset ve ideolojiler üstü şekilde, çağdaş uygulamalar ışığında ve çocuğun üstün yararını gözeterek hayata geçirilir.
Korev’in de uzun zamandır vurguladığı temel bir beklenti var: Türkiye’de 2012 yılında çıkarılan Koruyucu Aile Yönetmeliği, biyolojik aile ile koruyucu ailenin hak ve sorumluluklarını yeterince tanımlamıyor.
Ayrıca çocukların biyolojik aileye dönerken nasıl koşullar altında olacakları, çocuğun bu karara dair görüşünün ne oranda dikkate alındığı, koruyucu ailesiyle bu süreçteki iletişimi ve sosyal çalışmacılar tarafından da tüm bu sürecin bütüncül bir şekilde izlenmesine dair net kurallar yok. Sonuç olarak da, çocuğun yüksek yararının gözetilmediği, sadece biyolojik ailenin maddi olarak desteklenmesinden ibaret, yaralı ve tek taraflı bir geriye dönüş öyküsü oluşuyor. Biyolojik ailelere herhangi bir rehabilitasyon desteği verilmiyor. Çocuğun bir süredir güçlü bir bağ kurduğu koruyucu aileyle ilişkiler bir anda kesiliyor ve çocuk onu neredeyse hiç tanımayan bir aileye teslim ediliyor. Hem de herhangi bir danışmanlık önlemi alınmaksızın... İleride çocuğun yaş dönemleri ve ihtiyaçlarına göre sürekli bir danışmanlık da sağlanmadığı, sivil toplumun dillendirdiği eleştiriler arasında.
Hatta koruyucu aileye “sizinle başka bir çocuk eşleştirelim” denilerek onları “profesyonel bir bakım verene” indirgeyen mekanik bir ilişki kuruluyor. Koruyucu aileye de bu duygusal yas sürecini yönetmeleri için kapsamlı bir destek sunulmuyor. Bundan çocuk da, koruyucu aile de örseleniyor, travmalar yeniden nüksediyor. Ve bizi yine aynı noktaya sürüklüyor: Salt kan bağı ilkesiyle mi çocuk bakımı, yoksa sevgi temelli bir aile bakımı mı?
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 12’inci maddesi, çocuğun görüşlerine saygı gösterilmesi gereğini vurgularken, bu Sözleşme’yi yorumlama ve taraf devletlerin uygulama sürecini denetleme yetkisi bulunan BM Çocuk Hakları Komitesi, çocukların koruyucu aile yanına yerleştirilmesi ve/veya biyolojik aileye geri dönüşlerine dair idari kararlarda yeterince dinlenilmediği ve dikkate alınmadığı konusunda özellikle 2009 yılındaki 12 No’lu Genel Yorum’undan beri bazı eleştirilerde bulunuyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin bu Sözleşme’ye taraf bir devlet olarak, koruyucu aile bakımından yararlanan çocuk sayısının artmasıyla birlikte koruyucu aile müessesesi ile yaşanan uyuşmazlıkların ve toplumsal beklentilerin çözümleneceği daha güncel bir yasal çerçeveye ve destekleyici kurumlarla sürecin sahada etkin yönetilmesine ihtiyacı var.
Ayrıca Türkiye’de koruyucu ailelik konusunda güncel veri eksiği de, diğer birçok alanda olduğu gibi, karşımıza bir engel olarak çıkıyor. Örneğin biyolojik ailesine dönen çocuk sayısı, bunların yaşadıkları duygusal sorunlar, yeniden koruyucu aileye döndürülen çocuk sayısı veya kurumsal bakıma verilmiş kimsesiz çocukların ileride çocuklarını da kurumsal bakıma teslim etme oranları gibi sürecin sosyolojik açıdan irdelenmesini ve etkin çözümler önerilmesini sağlayan bir veri akışının olmaması, herkesin elini kolunu bağlıyor. Benzer şekilde ihmal ve istismar mağduru çocuklar için koruyucu ailelerin bulunması, bu çocukların bu süreçte nasıl bir terapötik bakım modeline tabi tutulduğu, istismar mağduru kaç çocuğun koruyucu aileyle eşleştirildiği gibi veriler de güncel ve kamuya açık değil.
Bu konuda yakın dönem dünya uygulamalarını izlemek de oldukça gerekli. Örneğin Gürcistan, 2005 yılında -yani bizim de Çocuk Koruma Kanunu’nu yürürlüğe koyduğumuz yıl- Çocuk Bakım Reformu başlatarak çocukların kurum bakımından aile ortamına geçişlerini hızlı bir şekilde sağladı. Bunda da AB, UNICEF ve ABD hükümetinin finansal ve teknik desteğini aldı. Gürcistan sadece çocukları koruyucu aile yanlarına yerleştirmekle kalmadı, aynı zamanda sosyal çalışmacıların mesleki düzenlemelerini net bir çerçeveye yerleştirdi ve her bir çocuk için vaka yönetim sistemini kurdu, ailelere sürekli destek hizmetleri sağladı ve takip sistemlerini güçlendirdi.
Örneğin annesi ve babası tarafından evlilik-dışı doğduğu gerekçesiyle kurum bakımına bırakılan bir çocuğun yıllar sonra hiçbir teması olmadığı babası yeni eşiyle ortaya çıkarak çocuğunu koruyucu aileden geri almak istediğinde, bu sistemin otomatik olarak biyolojik aile lehine işlememesi gerektiği, tüm bu sürecin çocuk katılımı, çocuğun psikolojik iyi olma hali, koruyucu ailenin hakları gibi boyutlarının da olduğu bir süredir bu konuda çalışmalar yapan ülkelerin de izleme ve denetim sistemlerinin temel direklerini oluşturuyor.
Koruyucu aile konusunda yapılacak çok fazla iş var ama bir çocuğun daha yaşamına mutluluk katmak için zaman kısıtlı.
Anımsarsanız, e-devlet üzerinden günde ortalama 3 olan koruyucu aile başvuru sayısı depremden sonra günde 29 bine çıkmıştı. Koruyucu aile olmakla ilgili hassasiyetlerin ise, sadece deprem gibi büyük felaketler sonrasına denk gelmemesi, bu bakım biçiminin yaygınlaşması şart.
“Dünyayı değiştirmek için kullanabileceğiniz en güçlü silah eğitimdir” diyen ve güçlü hak savunuculuğuyla dünyayı değiştiren efsane lider Nelson Mandela’nın da, babasının ölümünün ardından çocuk yaştayken Güney Afrika’da yaşadıkları bölgedeki kabilenin kralı tarafından koruyucu aile bakımı altına alındığını anımsamakla belki tüm algı çerçevemizi yeniden kurgulayabiliriz. Bence buna değer… 30 Haziran Koruyucu Aile Günü kutlu olsun.