‘Ben de belgesel çekmek istiyorum’ diyor arkadaşlar. Sonra kamera markası sayıyorlar bana. Bilmiyorum gerçekten çoğunu ve özellikle hangisi daha yeni, onlardan öğreniyorum daha çok, bir saniyede kaç kare çektiğini mesela. Bense hikayelerindeyim sokakların ve yaşamasında. Makineler biz olmadan görebilir mi? Asla.
Uruguay’da, kayıp çocukları masanın etrafındakiler. Tek başına ‘Kaybedilmiş’ kelimesi sanki daha az ağır gibi geliyor. Yani gerçekte olanı anlatmak için çok hafif. İşkence edilmiş, öldürülmüş ve Arjantin’de çok yaygın bir şekilde yapıldığı gibi uçaklardan okyanuslara atılmış olanlar için kullanıldığında, mesela en basitinden ve gerçeğinden ölümden çok daha az dokunaklı gibi.
Halbuki tam aksine çok daha yakıcıydı. Ne olursa olsun var olan geri dönüş umudu acıyı sürekli canlı tutuyordu. ‘Hâlâ elbiseleri, paltosu kapının yanında asılı duruyor. Bir gün evin önünde duran otobüsten inip gelecek’ diyordu Arjantinli kayıp annesi, başında kayıp annelerinin simgesi beyaz başörtü.
Masadakiler, gözaltında kaybedilmiş annelerini, babalarını anlatıyordu ya da her ikisini. Çocuklar için de başka türlü oluyor. Daha fazla hayal, daha uçucu belki ve daha küçük ayrıntılar, bir el ele tutuşma, gülüş çok sıcak, yukarı doğru bakma ve mutlaka sarılma. Bunları kaybediyor işte devlet, bak yine hafif geldi sanki, ‘Kaybedilme’, çalıyor, yakıyor, öldürüyor.
-Neden devletlerden nefret ediyorsun diyorlar, siz niye etmiyorsunuz anlamıyorum ve devrimciler güzel güler-
"Bir pazar, hele yaz günü pazar, ölümden, kaybedilenlerden, çok daha kötüsü kurumsal cinayetten niye söz ediyorsun" diyebilirsiniz. Elimdeki kameranın öyküsü var bunun dışında. İkinci el almıştım. Öncesini bilmiyorum ama sonrasında birlikte çok dolaştık. Bir hava çekimi için almıştım. El yapımı bir 'heli-cam' ki 'insansız uçak' da diyorlar şimdi, -bak yine devlet getirdi aklıma, cinayet filan- önceden söyleyeyim belki düşebilir demişti ‘heli-cam’in sahibi arkadaş. Belki düşer diye almıştım işte üç paraya. Sonra cezaevine girdik birlikte mesela, dağda gerillalar ile buluştuk ve devlet başkanları konuştu ona bakıp, -çok küçük değil mi dedi biri hatta-, grevlere katıldı, toprak işgallerine.
Panflüt için bambu keserken ıslandı biraz, ekranı altın tozu oldu maden çukurlarında ve daha çok kömür karası Bolivya’da mesela, bol bol gaz sıkıldı üstüne, kurşun sesleri kayıtlı ıskalayan…
O sırada ona bir isim verdim, özne oldu.
‘Ben de belgesel çekmek istiyorum’ diyor arkadaşlar. Sonra kamera markası sayıyorlar bana. Bilmiyorum gerçekten çoğunu ve özellikle hangisi daha yeni, onlardan öğreniyorum daha çok, bir saniyede kaç kare çektiğini mesela. Bense hikayelerindeyim sokakların ve yaşamasında. Makineler biz olmadan görebilir mi? Asla.
Yine de "pazar günü, hele de bir yaz günü bunu anlatmasan" diyen olursa Arundhati Roy geliyor aklıma;
“Ben kanlı çatılardan çığlıklar atıyorum. Elitler ‘şiiişşt…! Komşuları uyandıracaksın’ diyor ama zaten benim istediğim bu. Onları uyandırmak.”