Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize
Yunus Emre
Raymond Geuss’un Türkçeye Gülayşe Koçak tarafından Kamusal Şeyler, Özel Şeyler (Public Things, Private Things, YKY, 2005) başlığıyla çevrilen kitabının kişisel tarihimde önemli bir yeri var. Bir doktora programına başvurmuştum, işler ilerledikçe kabul edilebilir gibi olduğum anlaşılmıştı, başımdan büyük işlere mi kalkışıyorum diye endişeye kapılmıştım elbette. Göksun Yazıcı en eski arkadaşlarımdan biridir. Tophane’deki döküntü evimin balkonunda çay içiyorduk birlikte. Elinde bu kitap vardı, “korkma, al bak, oku bunu, iyi gelecek sana” diye verdi bana. Tabii ki okudum, çok ihtiyacım vardı bir şeylere tutunmaya. O zamandan beri, arada döner sayfalarını karıştırır, yeniden düşünürüm. Çünkü benim için bu anının birkaç düzeyde önemi var. Birincisi arkadaşımın bana dediği şeyle ilgili “korkma, al bak, oku bunu, iyi gelecek sana.” Nereden çıktı, nasıl edindim bu eğilimi bilmiyorum, doğru bir yöntem olduğundan da hiç emin değilim, ama korktuğum şeyler hakkında daha çok bilgi edinmeye çalışıyorum içgüdüsel olarak. Başlıca bilgi edinme yöntemim de okumak. İkincisi, tam o anda yapabileceklerim ve yapamayacaklarım konusunda endişeye kapılmışken arkadaşımın bana kamu ve özel’in içeriğini tartışan bir kitap vermesi de kıymetli bir tesadüftü. Çünkü yapabileceklerimin ve yapamayacaklarımın sınırı yalnızca benim yetilerimle ilgili değildi. Adı üniversite olan bir kurumun sınırları dahilinde bir araştırma yapıp onu belli bir sistematik içinde yazarak, kamusal bir meseleye ilişkin süregelmekte olan bir tartışmaya kendimce dahil olacaktım. Cesaretim var mıydı buna? Hem ne münasebetle, ne hakla yapıyordum ki bunu? Bu sorulara da cevap vermek lazımdı. Üçüncüsü ve bu yazıyı en çok ilgilendiren yönü ise şu: Ne yaparsak yapalım, yapma biçimimizle, kullandığımız kaynaklarla, peşine takıldığımız soru ve sorunlarla, işimizi yaparken ürettiğimiz atık, çıkardığımız gürültü ve ortaya koyabildiğimiz ürünle karışıverdiğimiz şeyin adıydı kamu. Gazetecilik eğitimi aldığım dönemde bu kelimeyi daha çok “kamusal alan” kavramı içindeki yeri itibariyle konuşurduk. Çünkü gazetecilik kamusal bir işti. Hangi iş değildi ki? Gazetecinin üretimi olan şeyin, yani haberin sahibi idi kamu. Üstelik her haber bir şekilde kamuya dairdi. Biz kamuya ait olanı kamulaştırma işini yapıyorduk, dahil olduğumuz kurumlar aracılığıyla edindiğimiz yeti ve yetkiler mümkün kılıyordu bu işi yapmamızı. Gazetecilerin işlerini yapma özgürlükleri ile kamunun kendine dair işleri bilme hakkı arasında doğrudan, hiçbir şekilde dolaylı olmayan bir ilişki vardı. Peki kamu işlerini yapanların özel hayatları olur muydu? Kamu işlerini yapanların özel hayatlarını haber yapanların özel hayatları olur muydu? Bu konularda yaptığımız her tartışma, her vakanın kendi içinde değerlendirilmesi gerektiği yolundaki, hiç kimsenin bayılmadığı bir konsensüsle sona ererdi. Tıpkı etik gibi, kamu da dinamik ve hakkında uyanık olmamız gereken bir meseleydi. Sınırları ve içeriği her an sorgulanmalı, her vakada yeniden ele alınmalı, mutlaka tartışılmalı, müzakere edilmeli idi. Peki o zaman biz işimizi nasıl yapacaktık? Daimî bir endişeyle elbette. Zihni uyanık ve bizi hem kendimizle hem dahil olduğumuz kamu(lar) ile mücadele ve müzakere halinde tutan bir endişeyle. Tıpkı neyin etik olduğu gibi, neyin kamu(sal) neyin özel olduğu konusundaki hükümler de zamanla ve sorgulamaya konu olan vakanın bağlamıyla sıkı sıkıya ilişkiliydi. Bazı meslekler bu yüzden zordu. Aslında birlikte yaşamakla ilgili her konu nasıl da zordu. Ne çok şey vardı konuşulması gereken. Hakkında düşündükçe, okudukça, tartıştıkça; dahası çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe, yetişkinliğe yol aldıkça belirsizleşen bir şeydi kamusal ile özel alan/olan arasındaki sınır.
Kamu çok oyunlu, tuzaklı, flörtçü, hatta düpedüz çapkın bir kelime. Özel ile arasındaki ilişki teoride zeybekmiş gibi anlatılsa da çoğu zaman ateşli bir tangoya, hatta salsaya benziyor. Her ikisi de cinsiyetsiz kumdan bedenlere sahipler sanki. Dans esnasında birbirlerinin içinden geçiyor, birbirlerine karışıyor, alabildiklerini alıyor, verebildiklerini veriyor ve bir sonraki poza geçiyorlar. Hem birbirlerinin yerinde gözleri var bu ikisinin, hem o yeri ele geçirdiklerinde kendilerine benzetiyorlar. Üstelik bakmayın soğuk nevale gibi anlatıldığına, kamu en az özel kadar duygu-yoğun bir kelime. Hatta denilebilir ki, ikisi arasındaki en temel bağı üleşmeden paylaştıkları duygular oluşturuyor. Duygular kadar onları ifade eden kelimeler de bu ikisi arasında gidip gelirken anlam ve eylem düzeyi de dönüşüyor, değişiyor. Bu dans nasıl bir müzikle yapılıyor derseniz, kendi adıma, ismi Adalet olan bir şarkı çalıyor fonda derim. Melodi karmaşık, sözler anonim, ritm düzensiz ve öngörülemez, bu nedenle zorlayıcı. Bazen hüzünlü, bazen sevgi dolu ve daima kanonik.
UTANÇ VE FAYDA
Yalnız bireylerin çocukluklarından, ergenliklerinden, gençliklerinden ve yetişkinliklerinden bahsetmiyorum. Toplumların, bir şekilde bir arada yaşayan toplulukların, birlikte yaşama deneyimlerinin evrelerinden de bahsediyorum elbette. Kamunun ne olduğu ve nasıl oluştuğu konusundaki belirsizlik hem gerekli, hem kaçınılmaz, hem engebeli ve hem de alabildiğine bereketli bir arazi. Siyasal tartışma, kapışma, müzakere, mücadele, rekabet vs dediğimiz her şeyin vuku bulduğu yerin tam da orası olması kaçınılmaz. Göksun haklıydı, yapacağım her işe kamu hakkında düşünmekle başlamak lazımdı. Orası tam bir “başlama yeri”ydi (1). Her şey orada başlıyordu ve orada başlayan şeyler hiçbir zaman tam olarak sonlanmıyordu. Örneğin kolektif mirasa dönüşüyorlardı, dile dönüşüyorlardı, dine, mitolojiye, alışkanlıklara, müşterek anılara, nostaljiye, utanca, yıkıma, sevince, gurura dönüşüyorlardı. Çünkü kolektif olan her şeyin, demek ki hayatın, vuku bulduğu yerdi orası. Geuss Sinoplu Diyojen’den yola çıkarak utancın, Sezar’dan yola çıkarak yarar/zarar ikileminin kamuyu kurucu rollerinden söz ediyordu. İlki kamunun mekânsal, dolayısıyla duygusal derinliğine ilişkin boyutuna dikkat çekiyordu. İkincisi ise kamusal muhasebenin, yani fayda-zarar hesabının, nasıl çok boyutlu ve ikircikli olduğuna bir örnek oluşturuyordu. Sezar için yararlı olanın hepimiz için yararlı ya da aksine zararlı olacağına kim karar verecek? Sezar’ın itibarı bizim itibarımız mı? Peki, kamusal işlerimizi görsünler diye istihdam ettiğimiz şahısların yaptıkları utanç verici işler karşısında ne yapmalıyız? Ne yaparsak o utanç hepimizin, ne yaparsak yalnız onların olur? Bu tartışmayı bireysel olarak yapmak başka, kamusal bir müzakereye ve eylemliliğe dönüştürmek başka. Bu iki düzey birbirini besleyebilir de, ama şart değil, her zaman mümkün de değil. Bir mesele, hele utanç verici bir niteliğe sahipse, ikinci düzeye taşınmadığında, ilk, yani bireysel düzeyde ortaya çıkan hissiyat (iğrenme ve isyan) kopuşa sebep olabilir. Oluyor da zaten... Neyin utanç verici olduğu ya da olmadığı konusunda kamusal düzlemde yapılan bir tartışmanın, bireysel düzlemde karşılık bulmaması da mümkün ama ilkinin yarattığı türde bir sonuç yaratmayabilir.
Haklısınız. Somut bir örneğe ihtiyaç var. Aklıma ilk geleni yazayım. Şu sözü hatırlamayanınız yoktur: “Zulüm bizdense ben bizden değilim!” ABD’li aktivist Rachel Corrie’nin yıllardır tekrarlanan cümlesi. Gazze’de, Filistinlilerin evlerini ve canlarını savunmaya çalışırken öldürülmüştü. Bu cümleyi kurmasaydı bile öyküsü tanıdık gelirdi hepimize. Devlet zırhıyla zırhlanmış bir buldozeri durdurmaya çalışıyordu, tüm zırhlardan azade “özel” bedenini Filistinli aileler için bir kalkana dönüştürerek. Niye yaptı peki bunu? Zulmedenlerden olma utancını taşımamak için o bedende. Onun “bu suça ortak olmayacağım” anlamına gelen isyanını, sanki kendi hayatlarının temel ilkesiymiş gibi sahiplenenler nice evler, nice mahalleler, nice hayatlar yıktılar kendi benzerlerine ya da işbirlikçilerine yer açabilmek için. Hem de kamu alemin gözleri önünde. İnsan bu. Gönül uçuran iyilikler kadar, gözü karartan kötülüklere de fail olmaya namzet. Bunu biliyoruz. Sizi bilmem ama benim aklıma takılan soru şu: Neden utanmadılar? Daha önemlisi, bu tiksindirici iki yüzlülüğü durduracak güçte bir bariyerle neden karşılaşmadılar? Neydi eksik olan? Tamamlanması gereken ne? Söz konusu eksiklik onlarda olan bir şey miydi, toplamda olan bir şey mi? Onlarda eksik olan o şey nereye kaybolmuştu, ayrıca o şeyin eksikliği nasıl bu kadar normal olmuştu? Öyle değil mi ama? Seçiliyorlardı durmadan... Çalıyor seçiliyorlardı, yıkıyor seçiliyorlardı, hapsediyor seçiliyorlardı, kandırılıyor seçiliyorlardı, zulmediyor seçiliyorlardı... Nasıl oluyordu bu Allah aşkına?
Akla gelen ilk cevabı biliyorum: “Halkımız böyle, nasılsalar öyle yönetiliyorlar.” Bu cevabı verenlerin saiklerini anlamakla birlikte, müsaadenizle bir riske dikkatinizi çekmek istiyorum. “Halkımız böyle” kanaatinin açıldığı iki kapı var. Biri, yukarıdaki “zulüm bizdense ben bizden değilim” menziline açılıyor. Diğeri ise, “madem onlar öyle, ben niye başka türlü olayım?” sorusuna verilen cevaplardan mürekkep bir çürüme havzasına. Ne yazık ki ortası yok (2).
İkinci cevapsa aşağı yukarı şöyle bir şey: “Bilmiyorum, bu kafa yorulması gereken bir hal.” Böyle bir soruya kimse, hatta yalnızca benzer şekilde düşünenlerden mürekkep hiçbir grup/cemaat/camia tek başına cevap bulamaz. Bu yolla bulunmuş cevapların tamamı eksik ya da yanlış olacaktır. Yanlış ya da eksik cevapların gösterdiği yoldan şu ya da bu çıkışa gidilir ama yalnız çıkışa gidilir, çareye değil. Öte yandan böylesi bir meseleyi tartışmak için çeşitli ve çelişkili hipotezlere de ihtiyacımız var. Bunca lafı etmemin sebebi de bu. Benim naçizane hipotezim, yıkıcıları kendi adlarına bizi de onlar namına utanmaktan alıkoyan eksikliğin kamu fikri olduğu. Utanma hislerini yitirmiş olanları herkese hayatı zindan etmeye adanmış bir ahlakçılık üretme cür’etiyle donatan şey de yine kamu fikrinin eksikliği. Dahası kamu olmayınca özelin de bir kıymeti kalmamış olabilir, o yüzdendir bunca hayatı bunca kolay ve hiçbir sınır tanımadan yakıp yıkabilmeleri. Konuşacak, tartışacak, paylaşacak, utanacak ortak bir şeylerimiz azaldıkça “kutuplaştırılmışızdır” belki de, biz böylece ve kolayca “kutuplaştırıldıkça” geriye kalan kamusal ve özel hayatlarımıza ve o hayatları mümkün kılan şeylere el konması ‘norm’al olmuştur.
KAMU-ÖZEL SARKACI
Kafam karıştıkça ya da yeni bir şeylere hazırlandıkça, Geuss kadar sık ziyaret ettiğim bir başka yazar da Albert O. Hirschman. “Shifting Involvements: Private Interest and Public Action” (3) kitabının daha başında esaslı bir iddiada bulunuyor. Diyor ki, “50’lerden 60’lara, sonra 70’lere geçerken ve daha önceleri yaşadığımız pek çok değişim akla şu soruyu getiriyor: Toplumlarımız yoğun bir şekilde kamusal sorunlara odaklandıkları ve ardından bütünüyle özel refah hedeflerine kilitlendikleri dönemler arasında geçişler yaşayıp duruyor olmasınlar?” Hemen ardından bu soruya kendi verdiği cevabın elbette olumlu olduğunu da ekliyor. Başka türlü söylersek, bazı dönemlerde toplumlar kamusal meseleleri gündemlerine alıp onların çözümleriyle iştigal ediyorlar, çözemeyip sıkıldıklarında ya da çözdüklerini zannettiklerinde, peki tamam, o zaman herkes kendi işine baksın deyip çareyi özel alanı güçlendirmekte buluyorlar. Hirschman’ın hipotezi doğruysa, enerjilerimizi kamusal meselelere ve tabii ki bu aracılıkla kamu fikrinin kendisine ayıracağımız bir dönemin başlangıcında olma ihtimalimiz iki sebeple yüksek. Birincisi, hem salgın, hem dünyanın hemen tamamının içinde şu ya da bu şekilde bulunduğu ekonomik krizler ve kriz tehditleri, iklim değişikliğinin çoktan yaratmaya başladığı sonuçlar vs “kurtuluş yok tek başına” diye bas bas bağırıyor. İkincisi, bu gürültülü finalin öncesindeki buldozer seslerinin gerekçesi konusunda hemfikir olmayan yok gibi. O da adına kabaca “neoliberal” denilen, devletlerin sıradan insanlara dönüp “sevgili vatandaşlar, ben sermayeyle bir balayına daha çıkıyorum, siz de bu arada hem bizim çıkardığımız seslere katlanacak hem de başınızın çaresine bakacaksınız, aman fazla yaramazlık etmeyin, bakın terörist olursunuz” dediği bir iklime denk düşüyor. Devletlerin herkesi kendi bacağından üstelik birbirlerine tutundukları dallara astığı bir dönem. Bu dönemin sonunda aşırı ısınan siyasi iklim, tüm birlik ve beraberliklerin çatırdadığı, yalnız merkezi devlet fikrinin değil, uluslararası istikrarı/iktidarı korusunlar diye oluşturulmuş hepsi pek genç kurumların da eridiği bir mevsim geçişi yarattı.
Türkiye de bütün bu küresel siyasi iklim değişikliğinden azade değil. O yüzden belki de ihtiyaç duyduğumuz birlik ve beraberlik tartışmasının konusu kim olduğumuz kadar neye ortak olduğumuz ve o ortaklığı nasıl herkes için işler hale getirdiğimiz sorusudur. Belki de bu şekilde kim olduğumuz tartışmasının ayakları da sahiden, deyimin tüm anlamlarıyla bir yere basmaya başlar.
Takip eden birkaç hafta boyunca buna kafa yormaya çalışacağım. Beklerim efendim...
1- Geçen hafta şehrin yaralanmış ve korkmuş dört ayaklı sakinlerini kurtarmak üzere örgütlenmiş bir grup insandan bahsetmiş ve bu türlü “büyük adam”lara “küçük” görünen eylemin sapasağlam bir başlama yeri olduğunu öne sürmüştüm. Bu yazıyı, o yazının devamı sayın.
2- Bu laf, yani “nasılsanız öyle idare edilirsiniz” cümlesi ne zaman söylense aklıma hazretin şu hitabı geliyor, tabii bazı roller yer değiştiriyor zihnimde...
3- Değişken Bağlılıklar: Özel Çıkarlar ve Kamusal Eylemler diye çevirebiliriz sanki, henüz Türkçeye çevrilmemiş, 2002’de ilk baskısının 20’nci yıldönümü hatırına tekrar basılmış eski sayılabilecek bir kitap.