Yöre mimarisini taklit eden bir üslupla inşa edilmiş açık toprak rengi binanın önünden istikametsiz ama isyan ederek yürüyor. Adımlarının bir istikameti yok ama isyanın sebebini tahmin etmek zor değil, çünkü arkada adliye binasını görüyoruz. Lacivert bir başörtüsü, koyu renk bir hırkası, uzun bir eteği var üstünde. Hırkasının altında mor bir bluz. Ayağında terlikler. Yüzünde beyaz maske, çenesini örtüyor yalnızca. Birinde beyaz kâğıt mendilini tuttuğu ellerini havaya kaldırıyor. Gırtlağı incinmiş belli ki. Sesi çatallanıyor. Ne dediğini anlamıyorum ama öfkesi, umutsuzluğu geçiveriyor bedenime. Yürürken arka planda hardal sarısı bir buldozer kepçenin olduğu hafriyat alanına ulaşıyor. Sanki adliye binası, molozlar ve buldozer bir kitapta bir cümleymiş de kadın yürüyerek o cümlenin altını çizermiş gibi. Arkasında beyaz gömlekli, kavruk bir adamcağız var. Elini tutmaya, onu durdurmaya çalışıyor. Kadın, dizlerinin üzerine çöküyor tam molozların olduğu yerde. Elleriyle kazmaya başlıyor. Birkaç kazma hareketinin ardından molozlardan aldığı taşı-toprağı başının üzerinden kendi arkasına atmaya başlıyor. Başının üzerindeki örtünün rengi açılıyor o bu hareketi yaptıkça. Elleri parçalanmasın diye durdurmaya çalışıyor adam onu. Ama saygısızlık etmek de istemiyor belli ki.
Emine Şenyaşar (bundan böyle Emine Ana) hakkında hapis istemiyle dava açıldığı yolundaki haberlerde gördüm bu videoyu. Onlarca kez izledim. Normalleşmedi. Sıradanlaşmadı. Daha katlanılır olmadı. Gözlerim yanmaya devam etti. İlkinde bağırdım. “Taş atan çocuklar”a ilişkin davalar gündemdeyken bellediğim bir cümleyi savurdum tavana: “Sen de kendine Allah diyorsun ya!” Duvar yankıladı: “Kendine bak! Sen ne diyorsun kendine?” Tavana dönmüş başım yere eğildi. Utandım, öfkelendim. Dişlerimi sıktım. Çenem kilitlendi sanki bir süre. Derin bir nefes almak için açtım ağzımı. Elmacık kemiklerimin altından kulaklarıma doğru bıçak gibi saplanan ağrıyı hissettim.
Bütün bunları hep beraber aynı anda yaptığımızı düşünün. Bu defa adliye binasının önünden buldozerin yeri delik deşik edip çıkardığı molozlardan mürekkep şekilsiz tepeciklere doğru yürüyen biziz. Emine Ana bizi izliyor. Onun cümlelerini tekrarlıyoruz: “Adalet yok, savcı yok... Bugün Cuma, Allah’ım yanlarına bırakma.”
Seçim çalışması yapan bir milletvekili adayının adamları tarafından hepimizin gözleri önünde kurşunlandı kocası ve çocukları. Ağır yaralandılar. Götürüldükleri devlet hastanesindeyse silahlı adamlar tarafından katledildiler. Bahse konu aday iktidar partisinin vekili oldu. Soruşturma süreci hakkında gizlilik kararı verildi. Şenyaşar ailesi itiraz ettiyse de mahkeme hem de iki kez, “başka nasıl olacağıdı?” demeye getirdiği gerekçelerle itirazı kabul etmedi. Bu katliam nedeniyle henüz bir dava açılmadı. Ama 187 gündür Urfa’daki adliye binası önünde adalet nöbeti tutan Emine Şenyaşar hakkında çeşitli soruşturmalar açıldı, ifadesi alındı. Söz konusu iktidar vekiline, kamu görevlisine ve nihayet içişleri bakanına hakaret gibi suçlamalar yapıldı. Sonuncusuna ilişkin davanın iddianamesinde dört yıl hapsi isteniyor. Bütün bu vakada cezaevinde olan tek kişi ise Emine Ana’nın oğlu Fadıl Şenyaşar. Eğer bu kadar insan o yöne bakmasaydı çok daha önceden, çok daha kötü bir muameleyle karşılaşacağından adım gibi eminim. Öte yandan, şimdi karşı karşıya bırakıldığı adaletsizlik de katlanılır cinsten değil. Demek ki yeterince insan, oraya, ondan yana, yeterince ısrarla bakmıyor. Bu işte bir utanç var!
Yok öyle, bizden bir şeycikler olmaz, utanmıyoruz da bak, falan demeyeceğim. Aksine utancın kuruculuğundan ve kurtarıcılığından, bizi birlik ve beraberlik içinde tutacak yegâne gücün utanç olduğundan bahsedeceğim. Utanmaktan vazgeçmenin yalnız ülkeden ve siyasetten değil, kendimizden ve evimizden, hatta çoluğumuzun çocuğumuzun canından, geleceğinden, rızkından, haysiyetinden vazgeçmek olduğunu öne süreceğim.
'ADALET BU TOPRAĞIN ALTINDA'
Şöyle diyor Emine Ana önce yürür, sonra yeri kazarken:
“Yardım edin, gelin yardım edin! Zalim hükümete karşı yardıma gelin, gelin! Gelin adaleti çıkarın, gelin adaleti çıkarın (Elleriyle moloz yığınını eşelerken). Hükümetin adaleti yok! Adaletleri toprağın altına girmiş. Gelin bana yardım edin! Bana yardım edin adaleti şu toprağın altından çıkaralım! Adalet bu toprağın altında yatıyor. Gelin bana yardım edin! Gelin dayê (ana) gelin, yardım edin. Adaleti çıkaramıyorum. Savcı yok, hakim yok. Adaleti toprağın altından çıkaralım. Fadıl’ımı bıraksınlar. Bu hükümete karşı, bu zulme karşı adaleti çıkaralım. Onların savcıları var, hakimleri var. Allah’ım hakkımızı yanlarına bırakma, bırakma, bırakma, bırakma. Ey Allah’ım bugün Cuma günüdür. Yerde bırakma bu zulmü. Ey Allah’ım, belki adalet buradan çıkar Allah’ım. Allah’ım, Fadıl’ımı cezaevinden çıkaracak adalet yok, yok, yok, yok, yok! (son cümlesi kamyonun sesi arasında yitip gidiyor.)” (*)
Ne çok kez Allah diyor farkında mısınız? Ama önce kamu aleme sesleniyor ve yardım istiyor. “Gelin” diyor. Bize diyor. “Gelin adaleti çıkaralım toprağın altından.” Adalet de tıpkı onun çocukları ve kocası gibi toprağın altında. Ne çok kez defnettik adaleti değil mi? Ne çok kez kaldırdık cenazesini? Ne çok annenin yüz hatları sertleşti, saçları ağardı çocukları için adalet ararken. Emine Ana, muhtemelen bir inşaatın temeli olsun diye kazılmış arazinin üzerindeki toprağı savuruyor elleriyle. “Adalet bu toprağın altında.”
Emine Ana’nın kim olduğunu ve adliye binasının önünden buldozerin kazdığı molozlara neden yürüdüğünü bilmeyen var mıdır hâlâ? Ya varsa?! Bu kimin utancı? Bilmeyenin mi, bilenin mi, bilip de söylemeyenin mi? Bilip de söyleyenlere mani olanların mı? Ne alakası var demeyin. O adliye binasının ve orada yapılanların faili değiliz pek çoğumuz. Peki şahidi olmadığımızı kim iddia edebilir? Televizyonlarda seyretmedik mi? Emine Ana bize neye şahit olduğumuzu hatırlatmak için tam 187 gündür nöbet tutmuyor mu? Olayı görmediysek bile Emine Ana’nın nöbetine şahit değil miyiz?
UTANÇ (B)AĞI
Utancın şahitlikle çok yakın bir alakası var. Macar filozof Agnes Heller, “The Power of Shame” (Utancın Gücü) başlıklı kısacık bir denemesinde utancın, tüm diğer duygulardan (korku, öfke, iğrenme, merak, sevinç ve keder) farklı olarak kültür öncesi değil sonrası, dolayısıyla kültürle ortaya çıkan, haliyle bütün duygularımız arasında en geç bulup kavuştuğumuz duygu olduğunu söylüyor. Yani bütün hepsi içinde en insani duygumuz utanç. Üstelik onu kolektif olarak ürettiğimiz için en kamusal duygumuz da o. Hatta, iddia ediyorum ki, kamu denilen hadiseyi kuran duygunun ta kendisi utanç. Birbirimizi utandırarak, birbirimizden utanarak, birbirimizi utandırmamaya çalışarak ya da utanç duyacak bir şey yapmamaya özen göstererek birlikte yaşıyoruz. Birbirimizin utancına da şahit olmamaya çalışıyoruz. Utanç tam da kamusal olanla özel olan arasındaki sınırı oluşturuyor. Nasıl mı?
Heller şöyle devam ediyor: “Utanç duygusu, içinde bulunduğumuz kültürel çevreye uyum sağlayan hissiyatın ta kendisidir. Ötekilerin gözleri utancın ifadesi olan duyguyu tetikler: Kızarırız, yüzümüzü saklarız ve kaçarak ya da yerin dibine geçerek ortadan kaybolmak isteriz.”
İşte kaçıp saklandığımız yer var ya, yerin dibindeki yer, orasını özel alan gibi düşünün. Ama ille ev olmak zorunda değil. Özel olan ile kamusal olan arasındaki sınırın kademeli ve geçişin mümkün olduğu bir rengin çeşitli tonlarından oluşmuş bir diyagram gibi hayal edin. Yani mutlak özel ya da mutlak kamusal diye bir şey yok. İki alan birbirine göre daha özel ya da daha kamusal olabilir o kadar. Peki bu geçişleri, kimler, nasıl oluşturur? Gene ilk aklıma gelen örneği vereceğim. Şu meşhur, içinden “ayıbını örtmek” fiili geçen ama her yerde farklı şekilde alıntılanan, hadis olduğu söylenen cümleyi hatırlar mısınız?. Diyanet’in Almanya şubesinin web sayfasında yayınlanan bir yazıda dört versiyonu var:
“Müslümanları üzmeyin, onları ayıplamayın ve onların kusurlarını araştırmayın. Sizden biriniz bir Müslüman kardeşinin ayıbını araştırır ve ortaya çıkarırsa, Allah da onun ayıbını ortaya çıkarır. Eğer Allah bir insanın ayıbını ortaya çıkarırsa, o insan evinde bile olsa rezil olur.”
“Müslüman kardeşinin ayıbını ve kusurunu örten kişi, ölü birini diriltmiş gibidir.”
“Bir ayıbı görünce örten kişi, sanki diri diri gömülmüş bir yavruyu kabirden çıkararak ona hayat vermiş gibi olur.”
“Müslüman kardeşinin ayıbını örten kişinin, yarın kıyamet gününde ayıplarını Allah örter.”
Siyasi hayatımızda bu cümleyi hangi zamanlarda duyuyoruz daha çok? Müşterek işlerimizi görsünler diye şu ya da bu yöntemle istihdam ettiğimiz hizmetkârların yolsuzlukları, usulsüzlükleri ve suçları ifşa olunduğunda. Ne anlama geldiği açık, ne türlü bir kamusal işlev gördüğü de:
1- Kime Müslüman denip denmeyeceğine ben karar veririm, zaten kimin hangi ayıbının, suçunun örtüleceğine ya da ifşa edileceğine de ben karar vereceğim.
2-Bundan böyle Müslüman bir idari sınıfın ayrıcalıklı mensuplarına verilen isimdir, onlar kendi aralarında birbirlerinin ayıplarını araştırıp ifşa etmezler. Demek ki, onların ayıplarını ortaya çıkaranlar bizden değildir, yani Müslüman sayılmazlar.
3- Bizden kişilerin ayıplarını örtenler bizlerdenmiş gibi ödüllendirilir ifşa edenler de ona göre cezalandırılacaktır.
Böylece müşterek işlerimizi yerine getirmek üzere oluşturduğumuz hizmetkâr kadrosu, kendilerine Müslüman diyen bir kısım insan tarafından tekelleştirilmiş, dolayısıyla kendilerine mahsus bir özel alana dönüşmüş oldu. Onlara o yeri ele geçirme gücü veren şeylerden biri “ayıbını örtme” fiilinin ne hızla ve hangi bağlamlarda tekrarlandığıyla ilgiliydi: Geriye kalanlar karşısında birbirlerinin ayıplarını örtengiller. Fakat daha beteri de oldu. O alanı tekelleştirdikleri andan itibaren kendi aralarında oluşturdukları özel hukuku, ihlal eden herkesin cezalandırılacağı ve utandırılacağı kamusal hukukun yerine geçirdiler. Yani bizim müşterek hayatımız birdenbire onların özel hayatlarının konusu oldu. Karıştı mı her şey birbirine? Karışık ama bu karışıklık “neden utanmıyorlar” sorusunun da cevabı biraz. Utanmazlararası bir uzlaşmanın ürettiği kendilerine özel bir hukuktan başkasıyla bağlı hissetmiyorlar kendilerini. Üstelik sürdürebildikleri adaletsizliklerin derinliği ve azameti ölçüsünde eminler kendilerinden.
Peki bizim istediğimiz şey bu mu? Elimizdeki örnekte, bu süreç kendilerine “Müslüman” diyen ve bu yolla (boşgösteren dediğimiz şeyin bir başka çalışma biçimi) kimin Müslüman olup olmadığı konusunda da yine kendilerini otorite sayan bir siyasi/ticari ekip yaptı bunu. Pekâlâ başkaları da yapabilirler, onlar da başka boşgösterenleri bu yolla doldurup, bize hayatı zehir edebilirler. Kendilerini yaptıkları, sürdürebildikleri adaletsizlikler ölçüsünde güçlü hissedebilirler. Ne yapacağız, nasıl durduracağız bunu?
Pek çok şey var yapılabilecek, ama benim ilk aklıma gelenlerden biri, utanç kaslarımızı güçlendirmekle olur. Arsızlıkla baş etmenin başka yolu yok çünkü. Hep birlikte utanarak ve utandırarak. Daha fazla utanacak halimiz kalmayana, utanmaktan ve yerin dibinde yaşamaktan iyice yorulup alınlarımızdaki kara lekeleri temizleme sorumluluğunu geri talep edene kadar. (Bakın üstlenmek demiyorum, sorumluluğu talep edene kadar. İsteyerek, irademizle, arzu ederek o sorumluluğu alana kadar.)
BÜYÜK UTANÇ VE UTANÇ OLMAYAN UTANÇLAR
Diyeceksiniz ki, bizi bir dolu şey yüzünden kendimizden utanmamız gerektiğini öğreterek disipline ediyor “sistem.” Şimdi bir de muktedirlerin fiillerinden dolayı mı utanacağız, hele her birimiz de o adaletsizliklerden birine her an maruz kalabilecekken? Elimizin kolumuzun bağlı olduğu şeylerden neden utanç duyalım? Haklısınız. Utançla ilgili bir tuhaflıktan daha bahsedeyim, bu noktaya öyle dönelim. Heller’den devam: “İçimizde doğuştan getirdiğimiz tek ahlaki duygu utanç. Toplumsallaşma süreçlerimizde büyük bir rol oynadığına şüphe yok. (Bilincimizde) yargı ve ahlaki davranış iradesini geliştirdiğimiz andan itibaren, utancın gücü giderek belirsizleşiyor. Doğuştan kazanılan bir duygu olduğu için üstesinden gelmek mümkün değil. Bilinç utancın rolünü bütünüyle ele geçiremiyor.”
Yani aslında, utanmadığımızı söylediğimiz şeylerden fena halde utanıyor ama aslında utanmamamız gerektiği yolunda birtakım mazeretler buluyor ve utanmıyormuş gibi yapıyor olabiliriz. Büyük bir ihtimalle bulduğumuz o mazeretlerden ve mazeret bulma alışkanlığımızdan da utanıyor ve sonraki mazeretleri ona göre yeniden tasarlandırıyor ve güçlendiriyoruz. Bir başka deyişle, içinde bulunduğumuz utanç verici durumla bağımızı kesmek istedikçe daha da fazla utanıyoruz. Daha beteri de var. Bunu müştereken yapıyoruz. O utanç verici şeyle ilişkimizi kesmek için ürettiğimiz mazeretler bizim müşterek toplumsal, siyasal yani kamusal söylemimiz haline geliyor. Yani kamu dediğimiz şeyin orta yerinde duruyor utanç. Utancımıza bakmamak için baktığımız her yönde gene onu görüyor, görmemek için gözlerimizi kapatıyor, duymamak için hızla, bağırarak tekrar ediyoruz: “Hayır, benim bir ilgim yok, ben yapmadım, ben yapmadım, o yaptı, hem zaten yaptıysam bile bir sebebi yok mu, var işte, çünkü ben yapmadım.” Kimlik anlatılarının tamamının, evet istisnasız tamamının, malûl olduğu onca tutarsızlığın kökeni de yine utanç.
Utancın bir başka garipliğine daha dikkat çekiyor Heller, diyor ki özetle, “Kendimiz utandığımızda verdiğimiz tepki ile başkası utanç verici bir duruma düştüğünde verdiğimiz tepki aşağı yukarı aynıdır.” Yukarıda saymıştım yine ondan alıntılayarak: Kızarırız, yüzümüz yere eğilir, ortadan kaybolmak ister, yerin dibine geçer, utanç verici o şeye bakmamayı tercih ederiz. Bunun nedenini söylemiyor Heller, ama bir tahminim var: Her utanç müşterek olduğu içindir muhtemelen. Gayet toplumsal ve fena halde siyasi olan utanç hissiyatı, birlikte yaşadığımız insanlarla aramızdaki bağın aslında ne kadar zayıf olduğunu gösterir bize. Her utanç verici işte, o bağın ne denli zayıf olduğunu görüp kendimizden ve birbirimizden korkmamak için, utancı ve konusunu inkâr eden koroya katılırız. Katılmazsak herkesin utancını tek başımıza taşırız. Ne yani? Biz enayi miyiz?
ADALETSİZLİKTEN UTANÇ
Dünyanın en utanç verici şeyidir herhalde adaletsizlik. Birini bir başkasına haksızlık ederken, zulmederken görmek, böyle bir olaya şahit olmak, üstelik bir de şahit olmakla yetinmek zorunda olduğunu bilmek, buna razı olmak kadar büyük bir utanç tasavvur edemiyorum. Hele bu adaletsizliği bizzat biz finanse ediyor ve sürmesine mâni olamıyorsak. Kamusal işlerimizi yapsınlar diye istihdam ettiğimiz hizmetkârlar örneğinde olduğu gibi. Çünkü yalnız utanç verici bir şeye şahit, hatta onda irade dışı pay sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda o adaletsizlik devam ettikçe acziyetimizle de burun buruna geliyoruz. Acizlik de bir başka utanç kaynağı. Bakınız yine utanç buluşturdu bizi. Çıkınına bir de acizliği ekleyiverdi. Kahrolası acizlik. Hani inkâr korosuna katılmak için yükseltmiştik ya sesimizi, o sesin desibel yüksekliği ile ölçebiliriz bu acizliği: Hayır ben yapmadım, ben zaten onu istemedim, onun gibi değilim, onu ben seçmedim, seçtim ama başka çarem yoktu, hem ötekiler gelse aynı şeyi bana da yapacaklardı.
Kalır mı burada? Bu oyun daha bilinç düzeyinde bozulur. İş değil. Mevzunun daha da karmaşık hale getirilmesi lazım ki bir türlü çözemeyelim düğümü ve Michel Tournier’nin Robinson’unun mağarada kendi dışkısının karıştığı çamur içinde huzur bulmasına benzer bir rahatlamaya kavuşabilelim. İnkâr edilen utancın verdiği utancın yerini doldurmak lazım bunun için: Onun saçının rengi, şunun eteğinin boyu, öbürünün cinsel yönelimi, berikinin engeli, yan komşunun işsizliği, karşıdakinin kızının erkek arkadaşları, üst kattakinin kaynatasının ayakkabılarını dışarda bırakması, öte mahalledekilerin şiveleri, yeni gelenlerin giysileri, eskilerin yaşları... Sonsuza kadar giden bir liste. Niye? Ortağı değilsek bile şahidi olduğumuz adaletsizlikten duyduğumuz utancı örtelim diye.
Tam burada utanç kelimesinin kökenine dönüyoruz. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun etimoloji sözlüğünden yararlanıyorum bu defa. Kelime son halini 13’üncü yüzyılda almış. Ondan evvel “ut” ve “uvut” (bazen ufut) şeklinde kullanılırmış. Edep ya da avret yeri manasına geliyor. Mevzuyu şöyle özetliyorum. Bütün bu yukarıda saydığım eften püften, mesnetsiz utanç kaynakları var ya, hah, işte onların tamamı örtülerimiz. Avret (ya da başlama) yerimiz de ortağı değilsek bile şahidi olduğumuz adaletsizlik ve onu bertaraf etmekte gösterdiğimiz müşterek acziyet.
Emine Ana’nın adaleti inşaat temeli olsun diye kazılmış toprağın altında araması da boşuna değil, Tournier’in Robinson kendini aciz hissettikçe onu mağaradaki çamurlu maiye göndermesi de. Emine Ana’nın aylardır önünde beklediği adliye binası da, altında adaleti aramak için elleriyle kazdığı o moloz yığını da, Robinson’un mağarasındaki çamur da müşterek suretimizi yansıtan aynalar. İşin kötüsü o aynaları sırlayan da biziz. Bu işin bir de iyi tarafı var: O hizmetkârlara, cehennem olun gidin, yeni bir ayna sırlayacağız diyecek olan da biziz. Sırrın maisine hangi utançları koyacağına karar verecek olan da gene biziz.
(*) Verdikleri çeviri desteği için İrfan Aktan’a, Ferhat Yaşar’a ve Abdullah Aren Çelik’e teşekkür ederim.