Binbir emekle üniversite kazanmış gençler, eğitimlerini sürdürecekleri şehirlerde insani barınma olanaklarına sahip olmadıklarını #barınamıyoruz diye haykırarak dile getiriyor. Kendilerine “Yurtsuzlar” diyorlar. Parklarda sabahlıyorlar. Birbirleriyle dayanışıyorlar. Seslerini duyurmak istiyorlar. Medyaya öğrencilere önerilen “oda”ların fotoğrafları düşüyor. Kiminin penceresi bile yok. Emlakçının biri utanmadan, birleşip kiraya çıksınlar diyor. Üç odalı bir dairenin kirasının 5 bin lira olmasını çok görmüyor. Hesaplayınca ne dediğini iyice fark ediyorsunuz, böyle bir evde on kişi yaşamayı kabul edene “sorun yok” gerçekten. Gençlik ve Spor Bakanı unvanlı şahıs çıkıp, cümle kuracak kadar bile tutarlılıktan yoksun olduğunu gayet iyi bilmenin verdiği arsızlıkla, yurt sorununun istismar edildiğini söylüyor. Cumhurbaşkanı da üniversite öğrencilerini, onların ailelerini ve onlarla dayanışan herkesi yalancılıkla itham ediyor. Yok sayıyorlar yani. Yalnız Ankara ve İstanbul’da değil, Antalya’da, Uşak’ta, Mersin’de, İzmir’de, İzmit’te içine düşürüldükleri çaresizliği sokaklarda sabahlayarak protesto eden genç insanları ve dertlerini yok sayıyorlar. Dahası bu derdi yok saymayanları da itham ediyorlar. Nedir bu ithamın konusu: “Beni iktidarımdan etmek istiyorlar.” Öyle kırılgan ki iktidarı, muhalif bir beden nefes alsa sarsılıyor, inciniyor. Ah ya! Yazık değil mi?!
Hiç de değil! Daha bu ne ki?! Ama o, bütün güç-kuvvet performansının ardında sürekli olarak yazıklanma dileniyor oylarına ve rızalarına talip olduklarından. Oylarına, desteklerine, acımalarına talip olduğu insanların vergileriyle yaptığı saraylarda yaşıyor, uçaklarda seyahat ediyor, konvoylarla gösteriş yapıyor dünya aleme. Ama yazıklanma dileniyor. Döngüsel bir algoritması var bu öykünün, hadi adını "fırsat döngüsü" koyalım. Bakın nasıl da aşinayız.
Mesnet hükmünde mağduriyet/kriz: Laik cumhuriyet “biz”i yok saydı.
Telafi/tazminat/rövanş söylemi: Güç/sıra “biz”de (bende) artık.
Mağduriyet/kriz: “Biz”i (beni) beğenmiyor, geçmiş/ezeli/ebedi mağduriyetimi(zi) yok sayıyorlar.
Güç performansı: Söyledikleri “biz”i (beni) bağlamaz, yok hükmünde. Çünkü güç/sıra biz/bende.
Mağduriyet/kriz: Biz/beni beğenmiyor, yerim(iz)den etmek istiyorlar.
Onaylanma/güç arzusu: İktidarımı korumazsanız başa döneriz. Onlar sizi yok sayar.
Bu yok sayılma korkusuna sarılarak yok sayıyor her türlü ekonomik, kültürel, toplumsal ve siyasal talebi. Senelerdir bu fare çemberinin içinde dönüp duran bir siyasi retorik var karşımızda. Çemberin son zamanlarda kaydettiği ivmeye ve iktidara tehdit olarak gösterilenlere bakarak paniğin boyutlarını da sebeplerini de çıkarsamak mümkün. Şu son zamanlarda iktidarı tehdit edenler arasında yersiz-yurtsuz üniversite öğrencileri ve çöplerden bulduklarıyla geçindiklerini sanki bu utanç onlarınmış gibi mahcubiyetle söyleyen yoksullar özellikle dikkat çekiyor. İktidarın onları neden bu denli büyük bir tehdit olarak gördüğünü anlamak elbette mümkün. Çok kalabalıklar. Yalnızca var olarak, şöyle bir kenarda durarak bile ezeli ve ebedi mağdur iktidarın neyi, neden başaramadığını yüzüne vuruyorlar. Bu kadarla kalsalar iyi. İktidar sırasını bekleyenlere rehberlik ediyorlar bir nevi.
'YOK HÜKMÜNDE' İTİBAR
O rehberlikten mevcut iktidarın yararlanması artık mümkün değil. Çünkü bu, fırsata çevrilebilecek türde bir kriz değil. Zira bu kriz, daha evvelki krizleri fırsata dönüştüren politikalarla bizatihi kendileri tarafından yaratıldı. Yoksuldan, yersiz-yurtsuzdan yana bakmamak, onları “yok hükmünde” saymak, yas evreleri arasında önemli bir yeri olan “inkâr”ı andırıyor. Kayıp çoktan gerçekleşti ve bitti. Sonuçlarına katlanmak yerine inkâr etmekle kaybın sonuçlarını ötelemeye çalışıyor yalnızca ve kendince.
“Yok hükmünde” tabirini biz daha çok uluslararası anlaşmalar ve talepler söz konusu olduğunda duymuştuk. En aklımızda kalanlar ise elbette Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını “yok hükmünde” sayan söylem ve uygulamalar (1). Bu nev’i “milli irade” kasan “yok hükmünde”lerle yoksulların ve öğrencilerin talepleri karşısında sarf edilen “yok öyle bir şey” apayrı kategoriler olsalar da, aralarında derin bir itibar ilişkisi/çelişkisi var. Nedeni ise “itibar” denilen kamusal uzlaşmanın niteliğiyle ilgili. Zira bir kişinin ya da kurumun itibarı, malla-mülkle, neyi ne kadar çok sarf ettiğiyle ve bu sarfiyatın sürekli sergilenmesiyle değil, toplumu bir arada tutan zımni sözleşmeye ne kadar katkıda bulunduğuyla ölçülen bir “çıktı.” Kolay kazanılmıyor ama kolayca kaybedilebiliyor. Hatta bazen kazanılmıyor da miras olarak devralınıyor ve yine çok kolay harcanabiliyor. Cümle alemin karşısında ve bizim memleket sahnesinde vuku bulan öyküde olduğu gibi. En nihayetinde uluslararası bir kurum olan AİHM’in kararlarını yok saymak uluslararası itibarından taviz vermesi anlamına geliyor. Çünkü her yok sayma girişimi, “beni yok sayım” anlamı da taşıyor. İçerde onu iktidarda tutacak gücü varsa, bu, göze alınabilir bir risk. Ama ikincisi, yani yoksul hanelerin ve gençlerin varlığını yok saymak, elinde bulundurduğu iktidarın yegâne meşruiyet kaynağını yok saydığı anlamına geliyor. Bunun AKP için ne anlama geldiğini görüyoruz. Ama mevzu yalnız AKP’den ibaret değil ki! Partiler gelirler giderler. Çoğunluğu alan parti devlete meşruiyet kazandırır. Parlamenter sistemin özündeki mevzu bu, değil mi? Peki ya hükumet pozisyonunu oyunun kurallarını sürekli kendisinin kazanacağı şekilde değiştirmek için kullanan bir parti, devlete neyini kaybettirir?
YOK SAYANIN İTİBARI
Şimdi oturup size AKP 2002 seçimlerini nasıl kazandı, dindarların siyasi talepleri hangi sebeplerle bu denli belirleyici hale geldi gibi, binlerce kez dinlediğiniz, gayet iyi bildiğiniz, bir kısmıyla hemfikir olduğunuz bir kısmını da haklı olarak abartılı bulduğunuz öyküyü tekrarlamayacağım. Kısaca şunu diyeceğim, dinin, aslında büyük ölçüde Cumhuriyet döneminde dünya işlerinden olabildiğince (asla yeterince olamadı maalesef) uzak tutulmak suretiyle tamir olunmuş itibarı idi onları iktidara taşıyan. Şu ya da bu şekilde, şu ya da bu talebi her yok saydıklarında harcadıkları ve şu anda artık sele kapılmış kum gibi dağılmakta olan itibar da bu. Çünkü birinin ya da bir kurumun itibarı yok değil, var saydıkları, muhatap aldıkları ölçüsünce ve sayma ve muhatap alma usullerince var ya da yok oluyor.
İtibar kelimesinin kökü de saymaktan geliyor zaten. Öztürkçesi de saygınlık. Yani bir sayılmak, biri yerine konmak. Bu tek taraflı bir ilişki değil. Gary Alan Fine ve Christopher Robertson (2), bozulan siyasi ittifakların tarafların itibarına nasıl bir etkisi olduğunu Theodore Roosevelt-William Howard Taft ayrılığı üzerinden inceledikleri makalelerinde, özellikle siyasette itibarın karşılıklılık ilkesine dikkat çekiyorlar: “İtibarın karşılıklı güvene bağlı olduğu siyasette, bozulan ittifaklar yalnızca çatışmanın merkezindeki bireyleri değil, onları çevreleyen, kendilerini onlarla özdeşleştiren destekçilerini de etkiler, bozulan ilişkinin sonuçları ikincil ve üçüncül halkalara büyüyerek yansır.” Onlardan özetleyerek devam edeyim: İttifakın bozulduğuna ilişkin bilgi yayıldıkça, ittifakın taraflarını oluşturan ağlar da bozulmaya ve kırılmaya başlar. Dahası da var, dağılma merkezden çevreye (hayır bildik merkez-çevre teorisinden bahsetmiyorum, aman ha, benziyor ama yok her şeyi merkez-çevre çelişkisiyle izah edenlerden değilim) doğru nüfuz ettikçe, ikincil ve üçüncül halkalar kırılmanın sebebi hakkında daha az bilgiye sahip oldukları ve boşlukları hayal güçleriyle doldurdukları için hem kırılma hem de karşılıklı itibar kaybı daha da büyür.
Az önceki fırsat döngüsünün tam orta yerine bir taş atıldığını düşünün. Taşın atıldığı yerden itibaren halkaların çeperi büyüyecek ve nihayet tüm döngüyü ele geçirecektir. Dalganın şiddeti taşın atıldığı merkezdeki kadar büyük olmayacaktır elbette. Ama çeper genişlediği için, dalganın kuvveti küçük de olsa dağılma daha çok hissedilecektir. Kaçacak yer daha çok olacaktır çünkü. Siyasi ittifaktaki her bozulma, her kriz, o halkanın orta yerine bir ya da birkaç taşın düşmesi demektir. Her seferinde merkezdeki çatışmanın etkisi etrafa daha büyüyerek ve giderek daha fazla hayal gücüyle bezenmiş güven kayıpları ve düşmanlıklarla yansıyacak. Şimdi de yine herkesin gayet iyi bildiği AKP içi çatışmaları ve ayrılıkları düşünün. Tarafların kendilerini haklılaştırmak için ürettikleri her söylem, yalnız öteki tarafın değil, kendilerinin de itibarlarını sarstı, sarsıyor. Deva’nın Gelecek’in kurucularının hayal ettikleri potansiyele neden ulaşamadıkları kadar, AKP’nin bu ayrılıklardan (ve öncekilerden) tahmininin üzerinde, ama kopup gidenlere de yaramayan bir itibar kaybına uğradığını da bu önermelerden yola çıkarak açıklayabiliriz. Ama asıl derdim, başından itibaren pek çok kesimin kendisine şu ya da bu şekilde, kerhen de olsa karşılık bulduğu AKP’nin kurumsal dağılışının yarattığı itibar kaybı değil.
DEVLETİN İTİBARI
Bir başka mesele daha var elimizde son zamanlarda çok sık konuştuğumuz. Çok daha köklü ve içinden çıkılması zor bir mevzu. AKP devlet mi? Devlet AKP mi oldu? Bunun çoktan dengeleri bozulmuş, zaten hiçbir zaman da tam olarak dengelenmemiş, bürokratik kurumlarla hükumet eden parti arasındaki ilişkilerin hangi vakalarda ne şekilde geliştiğiyle de öyle çok büyük bir ilgisi yok. Çünkü bütün bu ilişkilerin ortaya çıkardığı politikalardan etkilenenlerin o ilişkileri bilmek gibi bir yükümlülükleri yok. Uzun zamandır böylesi bilgilere erişebilecekleri kanallar da yine hükumet etmekte olan partinin inisiyatifiyle ve devlet kurumları/kaynakları kullanılarak kapatılmış, sakatlanmış durumda. Artık var olmayan az-buçuk demokrasimizin katılım kanallarının daracık koridorlarla sınırlı kalması yüzünden, bu ilişkilerin sonuçlarından en çok etkilenenler daima, en geniş ve uzaktaki halkalar oldular; en az katılanlar ve en az bilenler. Gençler ve yoksullar da bunların başlıcaları. İktidarları var eden ağlarda en az temsil edilenler, o ağların emir kulu olarak görmeyi tercih ettikleri kesimler. En kalabalık olanlar da yine onlar (3).
Şu hâlde soralım: 20 yıldır AKP’nin hükûmet ettiği devletin, AKP’den ayrı bir itibarı kalmış mıdır? Devlet dediğimiz bağlamda tarif edilmiş yetkilerin büyük bir bölümünü tek taraflı olarak elinde bulunduran, yanı başındakilerin onun affına sığınmadan helaya bile gidemedikleri biri, genç insanlar “kalacak yerimiz yok, devlet bizi sokağa attı” dediklerinde, “siz yoksunuz, yok hükmündesiniz, yalansınız” diyor. Sahi kime konuşuyor? Kime şikâyet ediyor yeri-yurdu olmadığı için parklarda sabahlamak suretiyle derdini duyurmak isteyen genç insanları. Ya da, sabık bir bakan “yoksulluk sorununu çözdük” dediğinde; gene devletin başı, “Kürt sorunu yok, aştık onu” dediğinde kime hitap ediyor? Kimi yok saydığını, kime söylüyor? Peki yok sayma gücünü nereden alıyor? Devletten mi? Kimin o zaman o devlet?
Bu soruya AKP değil, muhalefet partileri cevap verecek bundan böyle. Devletin kimin olduğu sorusunu, varsa böyle bir kapasiteleri, muhatap aldıkları kesimleri artırarak, muhatap alınmamış kimseyi bırakmayarak kendi hallerince cevaplamaya çalışacaklar. Yani çok işleri var. Ve bizim de gözlerimizi onlardan ayırmamak için çok sebebimiz.
1- Bu kurumu yok sayarak, idaresi altındaki devletin yaptığı insan hakları ihlallerini de yok saymış oluyor. Ama burada derdim o konuya girmek değil. AİHM’i birazdan gireceğim “itibar” mevzusu bağlamında bir mecra örneği olarak veriyorum yalnızca. Yani yazının konusu insan hakları ihlalleri değil. Bu konunun gerektiği evsafta bir metin yazabilecek durumda da değilim. Fakat tabii ki AİHM kararlarının açıkça uygulanmadığı Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarını kastediyorum öncelikle. Her iki durumda da, muktedirin çeşitli sebeplerle kendi gücüne tehdit olarak gördüğü kişileri rehin aldığına tanık olduk. Başta bu iki örnek olmak üzere, muhalefete yönelik her eyleminde gücünün ne kadar kırılgan olduğunu bizzat itiraf etmekteydi. Bir başka deyişle, muhaliflerini susturmak üzere kullandığı gücün miktarı, türü ve usulü, o gücü kullanmasına mesnet olan iktidarın aslında var olmadığına işaret ediyordu. İtibar bahsinde bu örüntünün nasıl bir işlevi olduğuna dikkatinizi çekmeye çalışacağım. Misminik özeti şu: İktidarını korumak için güce başvurdukça kaybediyordu itibarını.
2- Gary Alan Fine ve Christopher Robertson, “Reputation in Rupture: Broken Alliances and Relational Politics in the Roosevelt-Taft Split,” Sociological Forum, 2019, DOI: 10.111/socf.12568
3- İstanbul Planlama Ajansı bünyesinde oluşturulan İstanbul İstatistik Ofisi’nin Mayıs 2021’de yaptığı bir araştırmadan bahsetmenin tam zamanı. Başlığı “Üniversite Mezunu Ev Gençleri Araştırması.” Sözünü ettiğim en kalabalık ama sesi en az duyulan kesimler, sorunu aslında layıkıyla ve en doğru şekilde teşhis edenlerdir de. Nitekim bu araştırmada üniversiteden en az iki sene önce mezun olmuş 25-34 yaş arası 402 gençle görüşülmüş. Gençlerin yüzde 87,3’ü işsiz olmalarını önemli yerlerde tanıdıklarının olmamasına bağlamışlar. Teşhis belli, nepotizm, kayırmacılık. İşsiz olmalarının sebebi sorulduğunda verdikleri ikinci cevap Türkiye’de fırsat eşitliği bulunmaması. Yalnızca yüzde 39,6 kriterlerine göre iş bulamadığını söylüyor. Henüz teslim olmamışlar yani. İş beğenmiyorlar demek kadar büyük haksızlık yok. Gençlerin yüzde 71,7’si yeterli imkânı olduğu taktirde kendi işini kurmak istediğini belirtiyor. Tam beklendiği gibi hayatta kalma enerjisi, yatırım ve özerklik arzusu olarak açığa çıkıyor. Fakat katılımcıların yüzde 64,8’i Türkiye’de girişimci olmak için gerekli şartların mevcut olmadığını ifade ediyor. Türkiye’nin en değerli kaynağını, insan kaynağını nasıl heba ettiğini iyice ortaya koyuyor bu rakamlar. Gençlerin yüzde 83,2’si bir tanıdığı olmadan Türkiye’de iş bulmanın zor olduğunu düşünüyor: Yalnızca kamu sektörüne değil, özel sektöre de ağır bir güvensizlik duyuyorlar. Yani gözlerinde ne kamunun ne özel sektörün itibarı var. Sebebi ise son zamanlarda her kuşağın gayet yakından tanıdığı terk edilmişlik hissi. Yüzde 73,8 çalışmadığı için ailesine ve yakın akrabalarına karşı kendini mahcup hissettiğini söylüyor. Bu utancın gerçek müsebbibi elbette devlet ve ona hükumet eden siyasi ittifaktır. Gençlerin yüzde 58,6’sının üniversitede okuduğu bölümle alakalı bir iş bulabileceğine dair umudu yok. Yanlış planladınız siz bu üniversite işini diyorlar yani. Devletin iletişim işlerini bir gökdelenden yürüttüğü ülkede iletişim fakültesi mezunlarının yüzde 75,8’i, edebiyat fakültesi mezunlarının yüzde 64,3’ü, iktisadi ve idari bilimler mezunlarının yüzde 63,8’i bu görüşte. Gençlerin yüzde 84,6’sı bir imkân verildiği taktirde yurt dışında çalışmak istediğini belirtiyor: Burada işlerin düzelebileceği ya da düzelmesi için kendilerinin bir şey yapabileceği düşüncesinde değiller. Demiştim ya en geniş halkadalar, kimse onlara ne istediklerini, ne yapabileceklerini sormuyor. Gençlerin yüzde 61’i kamuda veya kurumsal bir şirkette uzun seneler çalışabileceği bir işi tercih ettiğini belirtiyor. Sözün özü, iş güvencesi istiyorlar. Yalnız iktidar eliyle bir yerlere yerleştirilenlerin hakkı mı iş güvencesi? Herkesin hakkı değil mi? Üniversite mezunu gençlerin yüzde 91,6’sı 5.000 TL’den daha düşük bir ücret karşılığında çalışabileceğini belirtiyor. Bunca genç insan kendi değerini inkâr etmek zorunda bırakılmış. Kim yapmış bunu? Hükumet mi, devlet mi? Yüzde 26,9’u asgari ücret ya da daha azına razı. Herkes adına, hepimiz adına utanç verici. Gençlerin yüzde 65,5’i Türkiye ekonomisinin yakın dönemde kötüleşeceğini düşünüyor: Mevcut iktidarın ekonomiyi idare etme kapasitesinin (olmadığının) farkındalar bir başka deyişle. Yüzde 46,8’i kendi ekonomik durumunun yakın dönemde kötüleşeceğini düşünüyor: Felaket beklentisiyle yaşıyorlar. Gençlerin yüzde 65,7’si bir seneden uzun bir süredir iş aradığını belirtiyor: Bütün yukarıdakilerin sebebi. Deneyim. Var yani.
Kapak fotoğrafı: https://twitter.com/barinamayanlar