Bir gün bilgisayarımın başında oturmuş bir arkadaşımla Facebook üzerinden bir şeyler konuşuyorken, yeğenim bir sandalye çekip yanıma oturdu ve bir mesele üzerine konuşmaya başladı benimle. Ben de bir yandan onunla konuşurken, bir yandan da yazışmayı sürdürüyordum. Sonra daldı gitti bizimki; arada böyle dalıp gitmelerine alıştırmıştı zaten beni de. Bir süre sonra kafasını sallayarak kendine geldi (kendine gelmek de ne çok şey anlatan bir ifadedir; her şeyden önce kendinden gitmiş olmayı gerektirir kendine gelmek. Spinoza’nın felsefileştirdiği, Nietzsche’nin Hıristiyan ahlak sisteminin kurucu öğesi olarak saptadığı, Scheler’in temel koordinatlarını çözümlemeye yöneldiği ve Girard’la birlikte etrafında muazzam bir literatürün oluştuğu ‘hınç’ duygusunun dünya tarihindeki en önemli çözümleyicilerinden olmakla kalmayıp, bunun devasını da sunma gayreti içerisinde olan Yunus Emre’yi de hatırlamadan edemedim bu parantez içerisinde: “İşit işit key işit dost katına sensiz git / Dosta gidene önden kendisiz sefer gerek”).
Kendine gelen yeğenim, gözlerinin ekrana dönük olduğunu fark edince, “Dayı, dalıp gitmişim. Şimdi ‘Mesajlarımı okuyor bu, özelime dikmiş gözünü’ dersin, ama kafam bambaşka yerlerdeydi” dedi. “Yok, yahu!” dedim, “Hem kamusallık diye bir şeyin kalmamış olduğu bir dünyada, biri ‘bu benim özelim’ diyerek bir şeyleri kaçırıyorsa, kesin bir hinlik yapmıştır da onu saklamaya çalışıyordur.” Kamusallık diye bir şeyin ortadan kalkmış olduğu bir dünyada, anlamını kamusala karşıtlığı içinde bulan ‘özel’in de anlamını yitireceği düşüncesiyle söylemiştim bunu. Fakat bunu söylerken bile, reeldeki çöküşe karşın hâlâ bir tür ‘kamusallık’ fikrini muhafaza etmekte olduğumu da fark etmiştim. Öyle ya, en nihayetinde ‘Bu benim özelim, karışamazsın’ söyleminin kamusal bir denetimden kaçmak amacını ve arzusunu taşıdığını söylemiş olmuyor muydum? Bu ise belirli bir tanımla ve kabulle bir ‘kamusalı’ var sayan, fakat kendisine bunun erişemeyeceği bir istisna alanı yaratma peşinde olan güçlü bir eğilimin varlığına işaret ediyordu içinde yaşadığımız toplumda. Özel alanı siyasalın dışarısında kurarak siyasal olanı tesis etmek, özel olanı iktidar alanının dışında tutmuyor, aksine, siyasi (ve eril) iktidarın tam da bu dışlayıcı iktidar üzerinde yükseldiğini görünür kılıyor.
Giorgio Agamben buna dışlayarak içleme adını veriyor. Antik Yunan’dan bir örnek vereceğim. Oikos’a, yani eve kapatılmış olan kadın, kamusal mekânlara (örneğin alışverişe) çıkmak zorunda kaldığında örtünürmüş. Fakat bu örtü, günümüzde bizlere çağrıştırdığından çok uzak bir sembolik anlam taşıyor. Örtü, sembolik olarak evin duvarlarının bir uzantısı gibi tahayyül edilirmiş. Böylelikle kadın paradoksal bir biçimde, hiç evden çıkmadan evden çıkmış ya da başka türlü söylenirse, kamusal mekâna hiç girmeden girmiş oluyormuş. Yani kadın dışardayken de ‘özel’ alana hapsedilmiş oluyor. Dışlanırken içleniyor.
Bu özel alana Antik Yunan’da ‘oikos’ denirdi; bu alanın yönetimine de oikonomia. Günümüzdeki ‘ekonomi’ sözcüğünün nereden geldiği açık. Grek kent devletini, siteyi modern bir ev gibi düşünürsek, oikos’un kapladığı alan yatak odası, tuvalet, banyo ve mutfaktır. Oikonomia kavramının izlerini süren Agamben, ekonomi sözcüğünün son birkaç yüzyıldır bugünkü anlamına kavuşmuş olduğunu belirterek, hem kavramdaki hem de kavramın işaret ettiği alandaki muazzam genişlemenin, aynı zamanda siyasal olanın ‘oikos’ tarafından ele geçirilmesi olarak da okunabileceğine işaret etmektedir. Salt biyolojik yaşamlarımıza özgü öğelerin düzenlenmesi işinin bizzat sitenin bir meselesi, yönetimsel aygıtın düzenlemek üzere el attığı bir alan haline gelmesidir bu. Agamben’in deyimiyle ‘çıplak hayatın siyasallaşması’… Son beş on senedir Türkiye’de bunun en uç mantıksal sınırlarına doğru götürüldüğüne de tanıklık ediyoruz. Eskiden ekmekle oynanmazdı; şimdilerde ise bu, bizatihi siyasal bir karar olarak açığa vuruyor kendisini.
İktidarın mantığındaki köklü bir değişime de işaret etmektedir bu. Agamben bu köklü değişimin temel paradigmasını Nazi temerküz kamplarında arıyor; Achille Mbembe ise köle plantasyonlarına bakmanın daha uygun olduğu görüşünde. Çünkü burada kölenin ‘insanlığı’ mükemmel bir gölge figür olarak belirir; kölelik durumu üçlü bir kaybın sonucudur: Bir ‘yuva’nın yitirilmesi, kendi bedeni üzerindeki hakların yitirilmesi ve siyasal statünün yitirilmesi. Mbembe’nin ‘yuva’ dediği şeyi Oikos olarak da düşünmek mümkün; çünkü kölenin biyolojik yaşamı, artık kendisine ait değildir, o bedeni üzerindeki haklarını yitirmiş durumdadır. İktidarın mantığındaki bu köklü değişimin ardından, sömürgelerin büyük düşünürü Frantz Fanon da ‘zencinin biyolojik bir pislik’ olarak inşa edildiği saptamasında bulunacaktır. Kültürel ayrımlar her şeye karşın üstesinden gelinebilecek ayrımlardır, fakat biyolojik ayrımların devreye girmesi, beyaz bir simgesel dünya içerisinde zenciyi sökülüp atılması gereken bir ‘pislik’ olarak kodlamak durumundadır. Giderilebilir bir ‘pislik’ değildir onun pisliği; o varlıktaki bir lekedir, bu nedenle de varlıktan sökülüp atılması gerekir.
İstisnalar daima kaidenin temel mantığını ortaya koyarlar. Ve tekrar pahasına, “Orada her şey mümkünse, her yerde her şey mümkün demektir.” Dışlanmışlar, ezilenler, altta kalanlar, canı çıkanlar, canım çıksa da kurtulsamlar ama canı çıkamayanlar… Ulus devletlerden müteşekkil ırk terörü sisteminin kurbanları yalnızca doğrudan ‘düşman’ ilan edilenler ya da ‘pislik’ olarak inşa edilenler değillerdir. Her şeyden önce biyolojik varlıklar oluşumuzu, ölümlü canlılığımızı yönetmeye ve düzenlemeye dönük bir matris içermektedir bu iktidar mantığı. Hatta “Özel olan politiktir” biçimindeki feminist sloganı bile bu temeller doğrultusunda okumanın mümkün olduğu kanısındayım. Özel olanı kamunun ortasına taşıyıp da bunu yapmıyormuş gibi davranan bir iktidar, en nihayetinde, bir hinlik yapıp bu hinliği saklamaya çalışıyor değil midir?