2012’den beri AKP iktidarı AOÇ arazisini kentin ortasındaki bir boşluk olarak görüyor, başkentin mekânsal kurgusunu yeni bir iktidar odağı etrafında şekillendirmek üzere girişimlerde bulunuyor. Ama buradaki açmaz şu: Kamusal mekânın toplumsallıkla ilişkisi yurttaş-öznelerin ideolojiyle özdeşleşmelerinden ibaret değildir; hatta genelde tersi söz konusudur.
Geçtiğimiz günlerde Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisi içinde yer alan belli bir bölgenin “Beştepe Millet Ormanı” olarak düzenlenmesine yönelik plan değişikliği tartışmalara sebep oldu. Bu girişimi, Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin (nam-ı diğer “Kaçak Saray”) AOÇ arazisi içinde öncelikle bir iktidar odağı, sonrasındaysa bu iktidar odağına meşruiyet sağlayacak bir kamusal mekân üretme girişiminin son safhası olarak düşünmek gerek. Bu yazıda hem bu girişimi, hem de bu girişimin bize kamusal mekân üzerine neler öğretebileceğini tartışmak istiyorum.
Kısa bir özet geçmek gerekirse, AOÇ 1925’te Atatürk’ün özel mülkü olarak kentin batı çeperinde 20 bin hektarlık bataklık bir araziye kurulmuştu. Çiftlik, daha sonra alınan arazilerle 52 bin hektara genişletildi; 1937’de ise hazineye devredildi. AOÇ’nin temel olarak iki amaca birden hizmet ettiğini söylemek mümkün: Bir yandan tarımın modernizasyonuna model oluşturmak, bir yandan da kente, yüzme havuzları ve piknik alanlarıyla açık bir rekreasyon alanı sunmak.(1) Yani, sadece kırsal kalkınma için işlevsel bir kurumdan değil aynı zamanda (kentsel) sosyal dönüşüm için işlevsel bir kamusal mekândan söz ediyoruz. Fakat 1950’lerden sonra kent batıya doğru genişleyince, AOÇ’nin rekreasyon alanı olarak işlevi giderek zayıfladı. Çiftlik arazisinden parçalar sanayi yatırımlarına ve kamu kurumlarına tahsis edildikçe tarım alanı giderek küçüldü. 12 Eylül rejimi, inşa edeceği iki paralel yapıdan Devlet Mezarlığı (diğeri Atatürk Kültür Merkezi’dir) için de AOÇ alanını seçecekti (buraya geri geleceğiz).
Melih Gökçek’in yönetimindeki Ankara Büyükşehir Belediyesi için AOÇ tam anlamıyla bir ideolojik mücadele sahasıydı. Hem kentsel mekân adına hem de belediye bütçesi açısından tam bir kara delik olan Ankapark AOÇ alanına inşa edildi. 2010 sonrasında Çiftlik arazisini doğu-batı yönünde kateden yol genişletildi, trafik düzenlemeleriyle tarihi rekreasyon alanı tahrip edildi. Ve AOÇ’yi aşındırma girişimlerinin son aşaması Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi oldu.
İnşasına “Başbakanlık Hizmet Binası” olarak başlanan kompleks, hafriyatın başladığı 2012 Mayıs’ı ile Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği 2014 Haziran’ı arasında, kullanılmıyor olmasına rağmen bir iktidar sembolü haline geldi. Bir anlamda, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilecek olan başkanlık modeli henüz ortada yokken, onun mimarisi ve mimari sembolü vardı. Bu sembol, birisi AKP Genel Merkez binasına ve onun ilerisinde bulunan, AKP elitleriyle özdeşleşmiş Çukurambar’a uzanan, diğeri ise kendisini yukarıda andığım 12 Eylül yapılarıyla -Devlet Mezarlığı ve AKM- hizalayacak olan iki aksla tanımlanır. Bir başka ifadeyle başkentin yeni iktidar odağı AKP’nin ve otoriter devlet geleneğinin buluştuğu noktaya yerleşmiştir. Hikâyenin bundan sonrasını biliyoruz. Erdoğan cumhurbaşkanı olunca kompleks de Cumhurbaşkanlığı haline geldi; 2017 referandumu sonrasında ise bütün hükümet bürokrasisi yeni bir kurumsal mimari ile yapılandırılıp buraya taşındı.
Fakat ilginç olan nokta şudur: başlangıçtan itibaren kentten yalıtık bir yeşil alanın -AOÇ’nin- içine yerleşmiş bulunan bu iktidar odağı bir kamusal mekân olmaya gayret eder; kendisine toplumsal meşruiyet devşireceği bir sosyal mekân dinamiği arar.
Kamusal mekân üzerine son yıllarda üretilen uluslararası literatürün ele aldığı konulardan biri, kamusal mekânın metalaşmasıdır. Buna göre, kamusal mekân, hem tüketimin asli mekânı haline gelmekte, hem de kendisi bir meta niteliğine kavuşarak alınıp satılır olmaktadır. Bu aslında, Arendt’in, kamusal mekânın toplumsal olan tarafından işgali olarak ifade ettiği durumun bir tezahürüdür. Bu durum, siyasetin, üretim ve tüketimi organize eden teknik süreçlere indirgendiği, özgürlük olasılığının ortadan kalktığı koşullara işaret eder. Bunun karşısında ise, kamusal mekânın iktidar tarafından sömürgeleştirilmesi söz konusudur. Bu kez de kamusal mekân, toplumsal olanın her hücresi ile politize edilerek, iktidarın totaliter kapsayıcılığına teslim olduğu mecra haline gelir. Bu iki uç arasında, sosyal yaşam kamusal mekânla gerilimli bir ilişki içindedir; onu toplumsallaştırarak besler.
Böyle baktığımızda yerleşkenin salt politik bir mekân olmaktan uzaklaşıp kendisine meşruiyet üretecek olan kentsellikle temas etme arayışı içinde olduğunu görürüz. Yerleşkenin odağında yer alan makam binası, önünde yer alan meydanla ilişki içindedir. Seçim sonrası bir yazıda ele almış olduğum gibi, bu “balkon konuşması” ilişkisi hâlâ salt siyasal bir mekânsallık üretmektedir. Meydanın arkasında ise, farklı bir girişle ulaşılan iki bina mevcuttur: Kongre binası ve cami. Caminin bu kurguda sosyal olmaktan çok ideolojik bir odak olduğu açık. Kongre binası ise, devlet anlamında kamunun yeni mimarisinin önemli bir mekânı oldu. Bu mekânın, o zamana dek bağımsız olarak düzenlenen iki önemli törene – adli yıl ve akademik yıl açılış törenleri- ev sahipliği yaparak bu törenlerin özerkliğini ortadan kaldırdığını hatırlayacak olursak ne demek istediğim daha kolay anlaşılacaktır.
Öyleyse bu iki yapı, yerleşkenin kamusal mekân haline gelme arayışına çözüm değildir. İlginç bir biçimde, yerleşke, en eski vaziyet planlarında, kendisini çevreleyen yollarla sınırlı, etrafından kopuk bir alandır, hatta güney ucu -ne yapılacağına dair bir kararsızlığı yansıtır biçimde- boş bırakılmış, çizilmemiştir. İşte bu uca ilerleyen yıllarda kütüphane ve sergi salonu yapı grubu eklendi. Güvenlik önlemleri ve konum, kentli kullanıcılar için erişimi zorlaştırsa da, özellikle kütüphanenin gençler tarafından yoğun kullanılan bir yapı olduğunu söylemek mümkün.
Çarpıcı olansa şu: yerleşke inşa anından başlayarak kentsel gündelik yaşantıyı içine almak yönünde tutarlı bir eğilim gösterirken, 15 Temmuz sonrasındaki otoriterleşme bu eğilimi de tersine çevirmiş gibidir. Darbe girişiminin yıldönümünde açılan anıt, yerleşkenin ideolojik yayılmacılığını, önünden geçen bulvarın ötesine sıçrattı. Yukarıda andığım, yerleşke ana binasının simetri aksını 12 Eylül hattına oturtan çizgiye yerleşen anıt, böylece Devlet Mezarlığına da yeni bir giriş tanımlayarak yeni bir kimlik kazandırdı. Dahası, bulvara paralel biçimde konumlandırılan 15 Temmuz Demokrasi Müzesi (ki, ayrı bir yazıyı hak ediyor) de bu ideolojik mekânsal kurguya eklendi.
İşte 2022’den beri gündemde olan ve geçtiğimiz günlerde tartışması alevlenen “Beştepe Millet Ormanı”nı bu sürecin parçası olarak düşünmek gerekiyor. Bu kez anıtı ve müzeyi kuşatacak ve yerleşkeden kente uzanacak bir rekreasyon alanı yaratılmak isteniyor; ufkunda cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin yer aldığı bir yeşil alan.
2012’den beri AKP iktidarı AOÇ arazisini kentin ortasındaki bir boşluk olarak görüyor, başkentin mekânsal kurgusunu yeni bir iktidar odağı etrafında şekillendirmek üzere girişimlerde bulunuyor. Bir yandan bu iktidar odağını ideolojik bir yoğunlaşma ile tahkim ediyor, bir yandan kentli kullanıcıyı bu odağın tarif ettiği alana çekmeye uğraşıyor. Ama buradaki açmaz şu: Kamusal mekânın toplumsallıkla ilişkisi yurttaş-öznelerin ideolojiyle özdeşleşmelerinden ibaret değildir; hatta genelde tersi söz konusudur. Gündelik hayat temasa geçtiği ideolojik yapıyı aşındırır, dönüştürür ve ancak böylelikle ona meşruiyet sağlar. Aksi durumda hep bir kontrol ihtiyacı baş gösterecektir; özgüven eksikliğinin dışavurumu olan bir ihtiyaç. Tersinden bakacak olursak, belki de bir kamusal mekân olarak AOÇ’nin en büyük başarısı tam da bu özgüvendedir. Zira AOÇ, erken cumhuriyet mekânları içinde belki de ideolojik bir anlatı aktarmaya en uzak olandır. Ve belki tam da bu yüzden AOÇ, fiziksel kullanımı yıllar içinde azalmış olsa da, başkentin kolektif belleğinde yerini korumaktadır.
(1) AOÇ’nin kuruluşu ve gelişimi için bkz. A. Duygu Kaçar, Kültür/Mekân: Gazi Orman Çiftliği Ankara, Ankara: VEKAM, 2015.