Kamyonla Kars’a film makinesi taşımak: Gezici Festivali’nde 23'üncü yıl

Ahmet Boyacıoğlu Gezici Festivali anlattı. Boyacıoğlu, festivalin en önemli özelliğinden şöyle bahsetti: "Adının olmaması! “Gezici”. Tuncel Kurtiz bizim için “Gezici Sinema Kumpanyası” derdi. Şehir ismi olmayınca göçebe oluyorsunuz. Göçebelik de zor zanaat."

Abone ol

Oğul Aşkın

Festivalin yaratıcılarından ve Ankara Sinema Derneği başkanı Dr. Ahmet Boyacıoğlu ile festivalin dünü ve bugünü üzerine sohbet ettik. Festival’in başlangıç döneminde olanlar, dünden bugüne değişen sinemacılık, bobinlerden dijitale uzanan değişim süreci ve en önemlisi sinema seyyahı olmak üzerine konuştuk. 23. Yılında hala Festival’in en ufak detayına bile koşturan Ahmet Boyacıoğlu ve Gezici Festival karşınızda!

Bütün hikayeyi dinlemeden merakımız giderelim basit bir soru ile; Ahmet Boyacıoğlu kimdir?

Ahmet Boyacıoğlu 30 yıldır bu iştedir. 1977’de Ankara Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştur. 1988’de 8 yıllık bir Almanya macerasından sonra döndüğü, Ankara’da, Ankara Film Festivali'nde çalışmaya başlamıştır. 1995’e kadar. 95'ten bu yana da Gezici Festival’de çalışmaktadır. Ankara Sinema Derneği başkanıdır. Boş zamanlarında film çekmek, kurgu yapmak gibi başka işler de yapar. 23. Gezici Festival aslında çalıştığım 40. festival oluyor. 7 tane Ankara, 23 tane Gezici, 10 tane de Adana… Bu bir dünya rekoru değil ama bildiğim kadarıyla. Benden daha kıdemli biri var: Chicago Film Festivali'nin kurucusu. O sanıyorum daha fazla yıl bu işlerle uğraşmış.

Peki, Gezici Festival’in doğma öyküsü nedir? Ankara’da bu süreç nasıl başladı?

Ahmet Boyacıoğlu ve Oğul Aşkın

1995 yılında 7. Ankara Film Festivali’ni yaptıktan sonra Mahmut Tali Öngören, bizi festivalden attı. Sebep fikir uyuşmazlıklarıydı. Biz de o zaman, 8 yıllık festival deneyimi olan, bu işe de pek meraklı ve çok gönüllü 7-8 kişiydik. Ne yapalım derken; bir kentte bitince öbür kentte başlayan yani gezici olan bir festival yapmak fikri doğdu. O zaman bütün filmler 35mm tabii ki. Bize “deli” dediler. “Olmaz” dediler. 1995’in aralık ayındaydık sanıyorum. Ankara İstanbul, İzmir ve Eskişehir’e gittik. Oldu.

O zaman zaten böyle gezme fikri filan yok. Yani öyle bir şeyi kimsenin aklına da gelmiyor. Şimdi herkes geziyor. İş kolaylaştı tabii. Artık dijital var. Aşağı yukarı herkes dolanıyor. Hatta bir festival “Gezici” adını bile çaldı bizden. Bu iş tuttu. Ve sonra devam ettik. İlk başlarda, “Avrupa Filmleri Festivali – Gezici Festival” olarak başlamıştık.

İlk Festivalin ismi öyleydi değil mi?

Sadece ilk festivalin değil. Bir 10 yıl kadar gitti sanıyorum. 2008’e kadar Avrupa Filmleri Festivaliydik. Sonra fark ettik ki Avrupa dışından da çok iyi filmler çıkıyor artık. Bence Avrupa Sineması büyük bir kriz içinde, çok fazla para olduğu için iyi film çıkmıyor. Bir filme ne kadar çok para yatırırsanız, kötü olma şansı o kadar yüksektir.

Hatta John Houston’ın bir lafı vardır, ben çok severim: “Biz de kötü filmler çekebiliriz ama çok pahalıya mal olur” der.( Gülüşmeler) Neyse konuyu dağıtmayalım. 2008 yılında, 14. festivalden itibaren “Avrupa”'yı kaldırdık, dolayısıyla tüm dünya sinemasına açık bir festival oldu. O yıla kadar Gezici Festival, alt başlıkta “Avrupa Filmleri Festivali” ile birlikteydi.

Bahsettiğiniz yıllarda böyle bir işin emsali yokken, böyle bir gezme fikri nasıl alevlendi?

Ankara Film Festivali’nden ayrılmamız 5 Haziran 1995’tir. Böyle oturup, geçmişe dair bir değerlendirme yapınca şu ortaya çıktı:

Bir festivalin bizim için o zaman en hüzünlü anı kapanış günü, kapanış gecesiydi. Çünkü şartlar çok zordu. Mesela faks birçok yerde yoktu. Cep telefonu hiç yok. İnternet ya var, ya yok. Dijital bir şey yok. Şimdi fotoğrafı indirip katalog yapabiliyorsun ama o zaman kataloglar diziliyordu. Bir sürü aksaklık çıkıyordu. Bir laptopla ve bir projeksiyon altyazı yapmak şimdi mümkün. Ama o zamanlar altyazı panelleri kuruluyordu.Taşırken bir düştü, kırıldı mı panel bozuluyordu.

Maddi manevi anlamda çok zor koşullarda yapılıyordu festivaller. Günahıyla sevabıyla bir yılın emeği 8-9 günde harcanıyordu. Gezici Festivali’nin avantajı bir kentte bittiği anda diğer kentte başlıyor. Bir kentte yapılan hatanın öbür kentte telafi edilme şansı vardı. Her kentte başka bir izleyici grubu vardı, özellikle Anadolu’da yaşanılan imkansızlıklardan ötürü, insanlar gerçekten bizi bağırlarına bastılar. O misafirperverlik bizim için çok iyi oldu. Bu koşullarda Festival tutunca da yürüdük. O zamanlar benim bildiğim kadarıyla dünyada gezici bir festival yapılmıyordu. Ama biz o zamanlar yılda iki bin ya da üç bin kilometre yol gidiyorduk. Sanırım 11. Festival idi, hesapladık, dünyanın etrafını bir kere dönmüşüz. (40.000 Km.). Artık o hesapları yapmıyoruz bile.

İlk Festivali biraz anlatır mısınız? Nasıldı?

İlk festivali öyle küt diye anlatmak kolay değil. 1995’in haziranının ortasında karar verdik “yapalım” diye. Ekibimiz çok iyiydi. Başladık çalışmaya, zaten ne yapması gerektiğini bilen iyi bir kadro çalışıyor. Fena da iş yapmadık. “Bergman” gösterdik. Avrupa bölümü yaptık, “Sinema 100 yaşında!” bölümü yaptık. Kısa filmler zaten vardı. Sıkı filmler gösterdik. Mesela Lars vonTrier’in “Krallık”ını bulduk getirdik. Michel Blanc’ın “Büyük Yorgunluk” filmini gösterdik. O zamanın iyi filmlerinden derli toplu bir seçki olmuştu. Bir de 1995’te İstanbul, İzmir ve Antalya festivalleri hariç bir biz vardık. 90’lı yıllarda böyle filmler zaten bulunmuyordu.

O yıllarda Amerikan Sineması’nın çok ciddi bir hegemonyası vardı. 1988 yılında Özal Amerikalılarla bir anlaşma imzaladı. Vergisiz bir şekilde rahatlıkla Amerikan Filmleri piyasaya girebiliyordu. Salonları da ele geçirmişlerdi. Bizim gösterdiğimiz tarzda filmleri izleme olanağı çok kısıtlıydı. Bu bütün kentler için geçerli idi. Baştan itibaren göçebe olmamızdan ya da yatacağımız kalkacağımız yerin belli olmamasından ötürü izleyicilerin çok yakın bir ilgisi olmuştu bize. Mesela İzmir’de bir izleyicimiz Alsancak’taki evini bize vermişti. Her sabah bizi çiçeklerle, pastalarla karşılayan izleyicilerimiz vardı İzmir’de ve Bursa’da.

İlk festivalde hangi şehirler vardı? 

Ankara, İstanbul, İzmir ve Eskişehir vardı. İlk festivalde Bursa yoktu. Bir yıl sonra Bursa’dan bir telefon geldi. Sonrasında da İstanbul’a gitmedik, gerek de yoktu. Hem ilk yıl çok üşümüştük, hem de İstanbul’da derli toplu bir festival vardı zaten. İlk yıl İstanbul’a gitmenin bir hata olduğunu farkettik. Deneme yanılma ile oluyor bu işler, festivalciliğin bir kitabı yok. İkinci yıl Bursa’ya geçtik. Bursa çok ilginç bir yer idi o zaman. Bir kere Tayyare Kültür Merkezi vardı 703 koltuklu. Eski Tayyare sineması. Orada yavaş yavaş başladık.

İlk yıl 50-60 kişi gelirken daha sonraki yıllar 600-700 kişi gelmeye başladı. Sonra kentler değişe değişe devam ettik. Bursa’dan sonra festivalin merkezi Kars, ardından Artvin oldu. Ülke de değişiyor tabi. İnsanların istekleri de değişiyor. Herkes her şeyi internetten indiriyor ama bize bağlı kalan seyircilerimiz de var. Mesela bizimle beraber şehir şehir gezen izleyicilerimiz var.

.

Festival’in bir şehre bağlı olmamasının, gezici olmasının ne gibi etkileri oluyor? Ya da şehir seçerken bir kıstasınız var mı?

Bizim festivalin en büyük özelliği adının olmaması: “Gezici”. Tuncel Kurtiz bizim için “Gezici Sinema Kumpanyası” derdi. Şehir ismi olmayınca göçebe oluyorsunuz. Göçebelik de zor zanaat. Belirli kentlerde belirli süreler ilgi oluyor. Sonra o kentin belediye başkanı seçimle değişiyor, gidiyor. Kars’ta o oldu mesela. Belediye başkanı değişti, yeni gelen belediye başkanı “Artık festival yapmayacağız”, dedi. Karslılar ancak iki yıl sonra anladılar; “festival iyi bir şeymiş, ekonomik olarak da kentimize bir şey getiriyormuş”, diye. Ancak çok geç oldu. Biz Kars’a gittik, Kars’ta sinema açıldı. Altı tane film çekildi. Şehre hayat gelmişti. Ama 2008’den sonra gitmedik.

Şehri seçerken bizim için önemli olan kriter izleyici. Mesela Sinop’a Kastamonu’ya gittiğimizde izleyiciler yığılıyor. İzleyici çok önemli çünkü onlar olmazsa olmuyor. Hatırlıyorum, 2003 ya da 2004’te Uğur Yücel ile birlikte Kars’a gittik. “Yazı-Tura” filmini göstermeye. Salon 300 kişilikti. İlk gösterimi yaptık, izleyiciler dışarıda kaldı. İkinciyi yaptık, izleyiciler yine dışarıda kaldı. O filmi üç kere göstermek zorunda kaldık. Uğur Yücel’in yanımızda olması da çok önemli bir faktördü. Anadolu’daki kentler hem film görmek istiyor, hem de oyuncuyu-yönetmeni görmek istiyordu. Biz biraz onu da sağladık gibime geliyor.

Kastamonu’ya gitme hikayemiz de şöyle. Bundan dört yıl önce bir e-posta geldi: ”Merhaba… Burası Kastamonu. Ilgaz Dağı’nın arkasında olduğu için burası ne İstanbul ne de Ankara’dan görülüyor. Ama burada da bir üniversite var. Burada da sinemaya meraklı arkadaşlar, öğrenciler var. N’olur bize de bir uğrasanız.”

Cevap vermemek mümkün değildi. O kadar sıcak yazılmış bir mektup ki. Telefon ettim hemen. Oradaki iletişim fakültesindeki doçent arkadaşımızı aradık. Öğrenciler ilgili. İnsanlar ilgili. Gittik kaldık. 9000 tane öğrencisi olan bir yer. Oraya gitmemek ayıp. Bir şeyler yapmak lazım. Evet imkanlarımız çok fazla değil ama dediğim gibi izleyici en önemlisi. Türkiye tuhaf bir ülke. Festivalin başlamasına on gün kala telefonlar geliyor: “Bize gelsenize”, diye. O kadar kolay değil ki. Birçok şeyi önceden yapmak gerekiyor.

Festivalin unutulmazları, kırılma anları var mıdır?

Van’a gittik mesela, 2004’te, festivalin 10. Yılında. Van’da bir devlet tiyatrosu var, salon 485 kişilik. Bir klasik gösteriyorduk; “Ekim”, Eisenstein’ın filmi. Salon ağzına kadar dolu. Filmi gösterdikten sonra da hemen gitmemiz gerekiyor. Çünkü Kayseri’ye gideceğiz 16 saat yolumuz var daha. Makinist son bobini sardı. Salonun çıkışında bizi kırk elli kişi bekliyor. Şaşırdık. Bizi yolcu etmeye gelmişler meğerse. Alkışlar, öpücükler, gözyaşları. İlginçti. Kars gene öyle, inanılmaz bir izleyici potansiyeli vardı. Bursa’da keza öyle. O zamanlar bütçemiz daha iyiydi, Bursa Belediyesi de destek oluyordu. Yabancı konuklar ağırlıyorduk. Güzeldi. Yedi dakikalık bir kısa film gösteriyorduk, söyleşisi 45 dakika sürüyordu. Artık isyan ediyordum: “Arkadaşlar film 7 dakika, yetmez mi? diye.

Çok uzun zaman bobinlerle film taşıdınız. Son on yıldır dijitale mi geçildi?

Olur mu canım? 4-5 yıl öncesine kadar biz hala bobinli idik. Hatıyorum, 4-5 yıl önce dijital geldiğinde şaşırmıştık. Şimdiyse 35mm gösterecek salon yok, sinema yok. Ben bile anlamadım dijitale geçişin bu kadar hızlı olmasını. 6 yıl öncesine kadar 35mm’lik gösteriyorduk. Hele de siyah-beyaz filmler. Onların bugün de dijitali yok. Sinemalar da o dönem 35mm’lik gösteriyordu, bizde. Geçiş bizim ülkemizde beklenmeyecek kadar hızlı bir şekilde oldu. Normalde bizim ülkemizde işler yavaş yürür. Çok kolayladı bu iş ve çok da ucuzladı. Düşünsene o zamanlar 25 kiloluk kutuları taşıyacaksın. İnmişsin gece vakti İzmir’e, ekipte iki erkek var, hadi 35mm’lik 30 tane filmi git Fransız Kültür Merkezi’nin içine taşı. Şimdi küçücük kutular var.

Malzeme değişikliğinin sinemanın tüketimi açısından ya da sinema kültürü açısından herhangi bir farklılığa sebebiyet verdiğini düşünüyor musunuz?

Pek sanmıyorum. Anadolu’da tabii dijitale geçmek zaman aldı. Bazı salonlar kapandı. Yani Anadolu’daki küçük kentler bundan biraz zarar gördüler. Ama son yıllarda dijital ciddi ilerleme kaydetti. Bundan dört yıl evvel Sinop’a 35mm’lik makine götürüp film gösterdiğimizi hatırlıyorum. Artvin’e, Kars’a götürdük, Konya’ya da götürdük. Ağır bir 35 mm’lik gösterici söz ettiğim.

Nasıl götürdünüz?

Kamyona yüklüyorsun, götürüyorsun. Ankara Sinema Derneği’nin ofisinin önünden kamyon kaldırıyorduk. Makine, kataloglar herşeyi koyup gidiyorduk

Festivalin destekçileri kimlerdir? Mesela Kültür Bakanlığı’nın destekçisi olmadığı herhangi bir festival yapıldı mı Gezici Festivali’n geçmişinde?

Biz 1995’te ilk festivali kendi paramızla yaptık. 98’den itibaren, derneği kurunca Kültür Bakanlığı destek olmaya başladı. Onun haricinde Belediyeler destek verdi. Bir ara Avrupa Birliği’nden destek aldık. 96’da ve 97’de. 98’de hem bakanlık, hem de Avrupa Birliği destek verdi. Sonra Birlik’in destek politikası değişti. Elçiliklerden de destek aldık.

Geçen yıllar boyunca Festival’in kendisinde nasıl değişiklikler oldu? Ya da her şey aynı mı?

Hep soruyorlar 20 yıl geçti, nasıl oluyor diye? Herhangi bir etkinliğin, bir pastanenin ya da bir ayakkabı dükkanının bile 20 yılını doldurması Türkiye’de pek kolay değil. Ciddi isimli yerler bile kapanıyor. Örneğin, İnci Pastanesi bile kapandı. Soruyorlar, “Nasıl oluyor, sürdürebiliyorsunuz?” diye. Ben cevaplıyorum, “İnat” diyorum. O inat hiç değişmedi. O inat aslında her şeyin nedeni. Hayatın kendisinde de bu böyle. Kolay değil tabii. 23 yıldır bu işi yapmak. Başka işler de yaptık. Kars Öyküleri adlı bir uzun metrajlı filmin yapımcılığını üstlendik. Film Rotterdam Film festivalinde gösterildi. Ardından 30 kadar festivale gitti. Bir sürü işin arasında Gezici Festival de devam etti. Bu festival bizim çocuğumuz.

Festival, sinema, yönetmenlik, prodüktörlük.. Tıp’tan sonraki hayatınız bayağı değiştirmişsiniz.

Çok sıkılmıştım. Zaten 1988 1995 arası hem doktorluk yapıyordum hem de festivalde çalışıyordum. Ben tıp okurken Türkiye’de sinema okulu yoktu düşünsene.

İnat devam ettikçe bu festival devam edecek o zaman?

Finans da gerekiyor tabii ama en önemlisi şu; bir festivalin düşebileceği en büyük hata, tutuculuktur. (gülerek) Biz devamlı bir şeyleri değiştiriyoruz. Programımızı değiştiriyoruz. Başka etkinlikler ekliyoruz. Son yıllarda görsel sanatçılar işin içine girdi. Ben daha açık olma taraftarıyım. Eskiden klasikleri gösteriyorduk şimdi daha farklı bölümler ekliyoruz festivale. Türkiye’den filmleri göstermezdik mesela, artık gösteriyoruz.