Kan parası

İnsanların bağışladıkları kanları ve dokuları satışa çıkarmışsanız, burada yaptığınız şey basit bir yolsuzluktan ötedir; Türkiye’de organ nakli ve kan transfüzyonu yapılmaya başlandığından beri, belirli ahlaki kodlar, dinsel hassasiyetler ve etik bir anlayışla oluşturulan insan bedenine ilişkin teamülleri, hukuki kodları ihlal etmeye, aşındırmaya başlamışsınız demektir.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

6 Şubat 2023’te yaşanan, oldukça büyük bir demografiyi ve popülasyonu etkileyen ve bu büyük etki üzerinden bütün Türkiye’yi sarsmaya devam eden deprem felaketinin skandalları bitmiyor.

Üzerinde çokça konuşulduğu üzere, depremin ikinci haftasında, Haluk Levent, başkanlığını yaptığı AHBAP derneğinin Kızılay’dan çadır satın aldığını duyurmuştu. Önce yalanlanan, sonra birtakım faturaların ortaya saçılmasıyla kabul edilen bu skandala karşı Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın sunduğu en büyük argüman, Şahan Gökbakar ile giriştikleri polemikte söylediği “İsmet Paşa da sattı” oldu.

Henüz bu skandalı sindirmemişken, İsmail Saymaz, Kızılay’ın kent meydanlarında giysi kumbaralarından topladığı kıyafetleri de Hint menşeili bir kelepir giysi firmasına sattığını belgeledi. Bundan sonra, tartışma Kızılay’ın yöneticilerinin liyakat, beceri ve ahlakı tartışmasından çıkıp, tümüyle kurumun tartışılmaya başlandığı bir yöne evrildi. Zira, çadır ve kıyafet satışının belgelenmesini, Kızılay’ın kan ve doku sattığına ilişkin başka iddialar takip etti. Hatta kimi iddialara göre, Kızılay kanı hem SGK’ya hem de özel hastanelere satmakta, özel hastaneler de hasta yurttaşlara kanı fatura etmekteydi.

Aslında bunların her biri, normal bir memlekette 3-5 yılda sindirilemeyecek olaylar. Ne var ki, 6’lı Masa’nın fırtınalı gündemi ve devletin tamamının ama yurttaşların önemli bir kısmının enkaz altında olmasından dolayı, bu skandalları biraz hızla geçiyoruz, hakkıyla tartışamıyoruz. Lakin, kan satışına ilişkin şu’yu vukuundan beter iddialar, üzerinde biraz daha durulmayı ve düşünülmeyi hak ediyor.  Zira, yardım için toplanmış kıyafetleri sattığınızda ya da elinizdeki çadırları türlü numaralarla başka bir yardım kuruluşuna sattığınızda, yapmış olduğunuz şey, yolsuzluk ya da ahlaksızlıktır. Ama insanların bağışladıkları kanları ve dokuları satışa çıkarmışsanız, burada yaptığınız şey basit bir yolsuzluktan ötedir; Türkiye’de organ nakli ve kan transfüzyonu yapılmaya başlandığından beri, belirli ahlaki kodlar, dinsel hassasiyetler ve etik bir anlayışla oluşturulan insan bedenine ilişkin teamülleri, hukuki kodları ihlal etmeye, aşındırmaya başlamışsınız demektir. Başka türlü söylersek, Türkiye’deki organ nakli tarihinin en önemli kazanımlarından birisi olan, insan bedenini organ, doku ve kan ticaretinin bir parçası olmaktan uzak tutacak büyük teamülü askıya almışsınız demektir.

….

Ertem Eğilmez’in 1973 yılında çekmiş olduğu Canım Kardeşim isimli film, İstanbul’un yoksul gecekondularında hayata tutunmaya çalışan iki kardeş ve onların yakın çevrelerinin acılarla dolu yaşama tutunma mücadelesi üzerinedir.

O yıllar, Kara Murat türevi kahramanlık filmleri ya da Hollywood türevi Hülya Koçyiğitli, Türkan Şoraylı melodramların ana akım olduğu, arabesk filmleri ve erotik filmlerin kulağı kirişte beklediği yıllardır. Bu eğilimler içerisinde, kan kanseri olmuş küçük kardeşin içine düştüğü çaresizlik, bir yandan onu tedavi ettirmeye diğer yandan onun son arzularını yerine getirmeye çalışan yakın arkadaşların açmazları, Türkiye sinemasının sonraki yıllarında da pek rastlanmayacak, oldukça ayrıksı temalardır.

Bu filmde oldukça tuhaf bir şekilde, beden(ler) yer yer barok bir gerçeklikle, bütünsel bir ünite olmaktan çıkarılıp, kan ve et üzerinden parça parça düşünülmeye başlanır. Küçük kardeş Kahraman kan kanseridir, paraya sıkışan arkadaşlar, “Karakaçan’ın ete dönüşeceğini bile bile onu bir mezbahaya satarlar”. Mahallenin kahvesinde, içine düştüğü borç batağından çıkmaya çalışan ve radyo başında sürekli “Kan İhtiyacı” anonslarını dinleyip kanını satmaya çalışan ama ne kanı ne de eti olan, tüy sıklet yoksul mahalle sakini. Öbür yanda ise, bu insanlara kene gibi yapışmış tefeci; yoksulların içine düştüğü kumar, alkol, at yarışı çıkmazları, filmin tipolojilerini ve metaforlarını oluşturur.

Filmdeki tüm temalar, olaylar ve tipolojiler, örneğin eşek satan kasap, alkolik koca, at yarışı, yoksulların kanını emen tefeci, hasta kardeş, hayırsız baba, müşfik öğretmen, çamurlu gece kondu sokakları, hatta televizyon sevdası, sonraki yıllarda hem hayatın içinde hem de buradan yansıyan filmlerde, senaryolarda mütemadiyen karşımıza çıkar.

Öte yandan, kanını satmak için radyo başında anons bekleyen tüy sıklet tipolojisini (bildiğim kadarıyla) sonraki yılların yapımlarında, bir daha asla görmeyiz. Kan satışına en yakın tema olan, organ satışı ise organ korsanlığı olarak Av Mevsimi filminde, Behzat Ç’de, Kurtlar Vadisi’nde karşımıza çıkar ama bu korsanlık beyaz perdeye her yansıdığında istisnasız olarak, toplumun vicdanını yaralayan affedilmez suç olarak imal edilir.

Kan satışının olmaması, organ ve dokuların ise korsanlık olarak gösterilmesi elbette Türkiye’deki kamuculuğun birkaç olumlu örneğinden birisi olsa da, dünyanın geri kalanında hikayenin böyle olmadığı yerler çok.  

Kan, doku ve organ ticaretini serbest bırakan dahası bunu bir tür tıbbi turizm olarak teşvik eden ülkeler de var. Örneğin Hindistan, Filipinler, Çin, Kuzey Kore, Sırbistan, Karadağ vb… Bu ülkelerde kan, doku ve organ alıp satmak serbest. İran, İsrail gibi ülkeleri de alınıp satılan şeylere getirilen kimi nüanslarla bu kategoride değerlendirebiliriz. Ki, dünya sinemasındaki ve edebiyatındaki klasik gotik tarzın parçalanmış ama ölmemiş organlarının, akmaya devam eden kanın yerini, yeni gotik tarz da organ, doku ve kan için sürdürülen talan alır.

Peki, neredeyse her yerinden sapır sapır dökülen, bütün vadileri, sahilleri, doğal kaynakları talan edilen bir ülke, her biri bu doğal kaynaklardan daha kıymetli olan, organ, kan, doku talanından yurttaşlarını şimdiye kadar nasıl, ne kadar ya da belki daha doğru soru ile neden koruyabilmiş. Ve eğer ortaya atılan iddialar doğruysa, yani beden ticareti kan satışı ile başlamışsa, bundan sonra, biz ölülerimizi ve dirilerimizi nasıl koruyacağız?

Kızılay’ın kendi sitesinden öğrendiğimiz kadarıyla, Kızılay ilk defa 1954 yılında İstanbul ve Ankara’da transfüzyon ve kan bankası merkezlerini kurmuşsa da, kan bağışı çalışmalarının yaygınlık kazanması, 1974 yılında gerçekleşmiş ve 1983 yılında da Türkiye Kızılay Derneği Kan Hizmetleri Genel Müdürlüğü kurulmuştur.

Yani Canım Kardeşim filminin yayınından 1 yıl sonra 1974 yılında, Türkiye’de kan bağışı sistemi gelişmeye başlar ve 1983’te kurumsallaşır. Yalnızca bu filmde görünüp kaybolan kan satıcısı ve simsarlar belki de, yaklaşmakta olan kan bağışı kampanyalarına bir hazırlık için Kızılay ile film yapımcısının bir işbirliğidir, bunu bilemiyoruz.

Fakat, kan transfüzyonunun yapıldığı ve geliştiği, 1960’lı yıllar, dinsel çevrelerden felsefecilere, iktisatçılardan sosyal politikacılara kadar oldukça yaygın bir çevrenin katıldığı, kan, doku ve organı nasıl temin etmeli tartışmasının yapıldığı yıllardır.

Amerika’nın başını çektiği piyasacı yaklaşım, insan kanını, kimi dokuları ve kimi organları, herhangi bir meta gibi görüp, sahiplerinin ya da mirasçıların bunlar üzerindeki ticari haklarının garanti altına alınmasını ister ve pek çok eyalet bu yönde politikalar geliştirir.

Buna karşılık, İngiltere İşçi Partisi’nin teorisyenlerinden Richard Titmuss, kanın ticarileştirilmesine ve alışverişine radikal bir biçimde karşı çıkar. Bunun yerine sürekli bir sosyal dayanışma sistemine dayanan kan bağışı sistemini getirir. Titmuss’a göre, kanı para ile edinilen bir şey haline getirmek, bedensel dokunulmazlığı ticari olarak tartışmaya açacak bir şeydir. Bunun yerine, o bir tür özgecilik ve diğerkamlığa dayanan ve kan ve dokuları tümüyle ticari özelliklerinden arındıran, bir can hediyesi haline getirir.

Titmuss, 1970 yılında yayınlanan, ünlü The Blood and Gift Relations isimli çalışmasında, Marcell Mauss’un “Armağan” nosyonunun, karşılıklılık, geri verilebilirlik, dayanışma ve statü gibi öğelerini modern dünyaya ve kan bağışı sisteminin entegre edileceği sosyal politikaya uyarlar.

Buna göre, kan hiçbir şekilde para ile alınıp satılmayacak, sağlıklı her yurttaşın kan bağışlaması sosyal motivasyonlarla teşvik edilecek ve ihtiyaç duyan her yurttaşa hiçbir şekilde para talep edilmeden, kan temin edilecektir. Bu amaçla kan bankaları kurulacak, gönüllülerin verdiği kanlar buralarda biriktirilerek bekletilecek ve ameliyathanelerde, savaşlarda, afetlerde gerekli oldukça bu bankalardaki kanlar kullanılacaktır.

Titmuss’a göre temelde 8 kan bağışçısı tipolojisi vardır: 1. paralı bağışçıdır, 2. belirli bir düzeye erişip, para ya da ödül almaya çalışan bağışçıdır, 3. ise kanını satan ama para almasa da kanını verebilecek profesyonel bağışçı, 4. aldığı sağlık hizmeti karşısında, para ödememek için kan bağışı yapan kişi, 5. sonraki zamanlarda kendisi ya da ailesine lazım olacak kan için ‘birikim’ yapan kişi, 6. sosyal konumundan dolayı bağış yapmaktan kaçamayan kişi, 7. para değil ama ödüle motive olmuş olan bağışçı, 8. her türlü maddi motivasyonun dışında tamamen manevi saiklerle, toplum yararına kan bağışı yapan kişi.

Dikkat edilirse, 8.si hariç diğer kalanlar şu ya da bu maddi motivasyonla hareket etmektedirler, ama Titmuss’a göre özellikle para ve ödül için kan verenler, sistemi yalnızca manevi olarak değil maddi olarak da bozmaktadırlar. Zira, özellikle ABD’de kanlarını satan yoksullar, kanlarında pek çok zührevi hastalık ve narkotik madde partikülü bulunan alt sınıflardır ve onların verdikleri kanın kullanılamaz olması bir yana, sistemi de yormaktadır. Bu yüzden, sağlıklı insanlardan kullanılabilir ve sistemi meşgul etmeyen kanın alınabilmesinin yolu, gönüllülükten başka bir şey değildir.

Titmuss 1973 yılında, hayatını kaybetti ama ortaya koyduğu model, başta Türkiye olmak üzere pek çok sosyal devletin kan, doku ve organ bağış modellerine ilham verdi. Titmuss’un hazırladığı kamucu bir armağan sistemi olarak kan bağışı Kızılay’ın kan bağışı sistemine uyarlandı. Maddi motivasyon tamamen dışarıda bırakıldı ama kısmen 2. ve 5. tipolojiler içerilerek, manevi tatmin ve toplum yararı bu sistemin merkezine yerleştirildi. Bu kamucu anlayış sayesinde Kızılay ve Türkiye hastaneleri bilinen bir kan kıtlığı yaşamadı.

Fakat, deprem sonrası ortaya saçılan skandallardan gördük ki, Türkiye’de yalnızca 128 milyarlık rezerv, yeraltı maden rezervleri, Varlık Fonuna aktarılan 100 yıllık birikimler, doğanın milyarlarca yıldır saklayıp büyüttüğü vadiler, sahiller, ormanlar talan edilmemiş; dahası, 1974’ten beri biriktirilip büyütülen bir sistem ve bu sistemin gerçek zenginliği olan ve yurttaşlara can olması beklenen kan bankalarının rezervleri de pek çok spekülasyonun konusu haline gelmiş.

Peki o zaman şöyle düşünelim, şişelenip satılmış bir su ile paketlenip satılmış bir kan arasında bir fark var mıdır, varsa ne kadardır ve gene varsa bu fark NE’dir? Ama daha kötüsü, ya birileri bunlar arasındaki farkı göremeyecek kadar kendi zenginliklerinin parıltılı arzuları tarafından kör edildilerse..?

Tüm yazılarını göster