‘Kandil’in kilidi açılıyor’. 17 Nisan’da başlayan ‘pençe kilit’ operasyonu Türkiye kamuoyuna bu iddialı başlık ile duyuruldu. Aradan geçen süre içinde operasyon haberleri medyada giderek daha az yer alırken, Zap ile Avaşin arasında bir güvenli koridor oluşturma gibi daha mütevazı hedeflerden söz edilmekte olduğu dikkat çekiyor. Millî Savunma Bakanlığı’nın günlük basın bültenleri, ‘fetih’ hamasetinden ‘şehitler’ retoriğine doğru bir kayma gösteriyor. Yaşamını yitiren rütbeli ordu mensuplarının adları anılıyor; buna mukabil her gün bu kayıplar en az üçle çarpılarak o sayıda teröristin ‘etkisiz hale getirildiği’ belirtiliyor.
Son iki aydır Rus medyası da muhtemelen benzer bir söylemsel yay çizdi. ‘Kiev düştü düşecek’ ile başlayıp ‘Odessa’ya çıkartmanın eli kulağında’ ile süren, ancak özellikle amiral gemisi Moskva’nın batırılışını takiben ‘Dombas bölgesindeki özerk bölgelerle Mariupol arasında bir koridor’ mütevazı hedefine rücu edildiği gözleniyor. Benzer biçimde Rus ordusunun kayıp sayısına sistematik tenzilat uygulanırken her gün büyük rakamlarla ifade edilen sayıda ‘neo-nazi’nin öldürüldüğü belirtiliyor.
İki vakanın ülkelerindeki medya tarafından yansıtılışlarındaki benzerlik, ‘savaş’ ve ‘işgal’ kelimelerinin yasaklanmasında da kendini gösteriyor. Rus devletine göre Ukrayna ile savaşılmıyor, neo-nazilere karşı bir ‘özel harekât’ gerçekleşiyor. Böyle demeyenler hapsediliyor. Türkiye’de ise Irak ve Suriye’de girilen sınır ötesi çatışmaların ‘savaş’ ya da daha ileri gidip ‘işgal’ olarak nitelenmesi uzun bir süredir zaten suç muamelesi görüyor. Bunlar ‘terörle mücadele operasyonları’.
Cephenin öte yanına bakıldığında ise, dünya kamuoyunun Ukrayna’da yaşananlar hakkında daha çok Ukrayna hükümeti ve ordusunun yaptığı açıklamalara itibar ettiği görülüyor. Rus işgalinin durdurulduğu ve geri püskürtüldüğü yönünde haberler, Ukrayna halkının Rus işgal girişimi nedeniyle yaşadığı yıkım ve göç, Rus ordusunun yaptığı iddia edilen katliamlar ve diğer insan hakları ihlalleri Batı medyası tarafından her gün en yetkili ağızlardan ifade ediliyor. Kuzey Irak’ta ve Suriye’de eş zamanlı olarak yaşanmakta olanlar üzerine herhangi bir uluslararası ilgi olduğu pek söylenemez. Konunun meraklıları, Kürt medyasının çeşitli kanallarını ve bölgedeki haber kaynaklarını takip ederek bir fikir oluşturmaya çalışıyor. Zehirli gaz kullanıldığı iddiaları var.
‘Pençe-kilit’ operasyonunun zamanlamasının mevsimle ilgisi yadsınamaz. Her yıl hemen aynı tarihlerde bir Kuzey Irak seferi rutin halini aldı. Ayrıca son aylarda özellikle Sincar ve Mahmur’a yönelik hava bombardımanlarındaki artış, Suriye coğrafyasında ise Kürt hedeflerine yönelik artan SİHA saldırıları, top atışları ve cihatçı grupların gerilimi artırıcı girişimleri, gelmekte olanın habercisiydi. Ama Ukrayna savaşı ile ortaya çıkan uluslararası konjonktür, bu kez daha kapsamlı bir harekât zemini sağlamış görünüyor.
Türkiye hükümetinin, Suriye ve Irak’ta var olan iki küresel gücün de (ABD ve Rusya) dikkatlerini ve kaynaklarını Ukrayna üzerine yoğunlaştırmalarıyla oluşan bölgesel güç vakumundan yararlanma fırsatını değerlendirmek istediği anlaşılıyor. Aslında dünya kamuoyu dikkatinin Rusya-Ukrayna çatışması üzerine odaklanmış olması, Asya’dan Afrika’ya, oradan Latin Amerika’ya kadar birçok bölgesel hesaplaşmanın yeniden alevlenmesi için küresel bir fırsat doğurmuş oldu. Ortadoğu coğrafyası açısından da durum farklı değil. Üstelik Ukrayna savaşının ortaya çıkardığı enerji kaynakları ihtiyacı, Avrupa ekonomisini beslemekte olan Rus gazı ve petrolüne en yakın alternatif olarak gözlerin bölgeye çevrilmesine yol açtı. Bu kaynaklar arasında Kerkük-Yumurtalık hattı önem kazanmış durumda. Türkiye hükümetinin son operasyon öncesi Bağdat’taki yetkililer, Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Neçirvan Barzani ve başbakanı Mesrur Barzani ile yaptığı görüşmelerin TSK operasyonunu Avrupa’ya enerji tedariki projesi ile ilişkilendirme üzerine olduğu tahmin ediliyor.
Avrupa ekonomilerine alternatif enerji kaynakları arayışı yolunda girişimlerin, Avrupalı liderlerden çok Amerikan yönetimi tarafından gerçekleştirilmesi dikkat çekici. Bu da ABD’nin Ukrayna savaşı ile başlayan uluslararası kamplaşmayı sürdürme niyeti kapsamında Rusya’nın Batı’dan ekonomik izolasyonuna verdiği önemi gösteriyor. Türkiye’yi Ortadoğu’dan Avrupa’ya artması öngörülen enerji tedarik hatlarının güvenliği ile görevlendirmek Amerikan yönetimi için akılcı bir çözüm. Gerek Bağdat yönetimi gerekse de Erbil’deki Kürdistan Bölgesel Yönetimi açısından da bu durumun taşıdığı ciddi ekonomik gelir artışı potansiyeli iştah kabartıcı. TSK’nın Kuzey Irak’a yerleşerek yayılması yeni bir olgu değilse de yeni bir anlam ve perspektif kazanmış görünüyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ‘pençe-kilit’ operasyonu üzerine yaptığı açıklamada ‘ABD ve Avrupa’yı Suriye ve Irak’tan çıkarıyoruz’ iddiasında bulunmuştu. Gerçeğin, çoğu zaman olduğu gibi tam tersine bir ABD projesi olma ihtimali oldukça yüksek. Ama Soylu, Suriye’de Fırat’ın doğusunda tırmanan gerilim hakkında haklı olabilir. Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerden Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yönelik artan saldırılar, Türkiye sınırları içinden SİHA saldırıları ve tırmanma eğilimi gösteren çatışmalar, Amerikan yönetimini rahatsız edici nitelikte. Türkiye yönetimi bu hamleleri Suriye devletinin ve dolayısıyla Rusya’nın icazeti olmaksızın yapamazdı. Suriye rejimi ile görüşmeler yapıldığı yolundaki haberler Türkiye makamları tarafından yalanlanmıyor. Suriye ve Rusya açısından ülkenin kuzeyinde bir Kürt oluşumu talebini zayıflatıcı hamleler olarak görülüyor. Görülen o ki Ankara, Irak ve Suriye’de küresel kamplaşmanın hasım tarafları ile farklı ilişkiler içinde bulunuyor. Bu hassas dengenin, küresel kamplaşma netleştikçe bozulması ve Erdoğan yönetiminin tarafını netleştirmek durumunda kalması kaçınılmaz görünüyor.
Putin’in Ukrayna operasyonu başındaki beklentisi misali, Erdoğan ve kurmaylarının ‘pençe-kilit’i bir yıldırım harekâtı olarak kurguladığı tahmin edilebilir. Kandil olmasa da Zap ya da Avaşin’e bayrak dikerek, iç kamuoyunda bir zafer havası yaratma umudunun gerçekleşmediği, yüzlerce korucunun Soylu tarafından alelacele çavuş rütbesi verilerek Irak’a sevk edilmelerindeki telaştan anlaşılabilir. Ama bu operasyonun ve Fırat’ın doğusunda tırmanan gerginliğin, Türkiye medyasında ve siyasetinde giderek daha çok hissedilir hale gelen mülteci krizine bir çözüm perspektifiyle sunulduğu da görülüyor. Buna göre, Türkiye bütün güney sınırları boyunca 30 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturacak ve buralarda mültecilere yönelik bir iskân projesini uygulamaya koyacak. Gerek Irak, gerekse Suriye’de bu derinlik boyunca Kürt nüfus çoğunluğu oluşturuyor. Bu bağlamda Musa Anter’in özlü sözünü hatırlamamak mümkün değil: ‘Eğer benim anadilim senin devletinin temellerini sarsıyorsa, demek ki devletini benim arsama yapmışsın.’ Söz konusu olan yine Kürtlerin arsası ve bu kez üzerine devletin kendi sınırlarından dışlamak istediği mültecilerin konutlarının temeli atılacak.
Türkiye’nin güneye yayılma hamleleri, Kuzey Irak’ın Kürt nüfusu arasında KDP yöneticilerinden çok daha fazla kaygıyla karşılanıyor. Bu ve benzeri harekatların ‘terörle mücadele’ gerekçesi altında Irak’ta kazanılmış olan federal yapıyı tehdit ettiği yorumları yapılıyor. Eski Irak başbakanı Maliki, Türkiye’nin Kürtleri ayrım yapmadan hedefe koyduğu açıklaması yaptı. Ortadoğu’nun Irak ve ötesindeki Arap kamuoyu ise bu yayılma girişimlerini yeni-Osmanlıcılık, Erdoğan’ın halifelik hevesi ve Türkiye devletinin Misak-ı Milli sınırlarına ulaşma hedefi çerçevesinde değerlendiriyor.
Arap kamuoyunun kaygılarından çok daha fazlası, İran yönetimi tarafından dile getiriliyor. Uzun süredir ambargo ve yaptırım kıskacındaki İran ekonomisi açısından müttefiki Rusya’nın Avrupa’ya enerji tedarikinde devre dışı bırakılması yolundaki girişimler, paradoksal biçimde yeni bir umut yaratmıştı. Bu fırsat değerlendirilerek İran kaynakları Avrupa piyasasına sürülebilirdi. Ama İran’a nükleer ambargonun kaldırılması yolundaki anlaşma son aşamaya geldiği sırada Ukrayna savaşı patladı ve imzalar askıya alındı. Bunun üzerine bir de Türkiye üzerinden nakledilen Kürt petrol ve gazında artış perspektifi ve bununla ilintili ‘pençe-kilit’ operasyonunun gelişi, beklendiği üzere İran tarafından hoş karşılanmadı. Geçtiğimiz mart ayı sonlarında ‘Siyonist hedefleri vurma’ iddiasıyla resmen İran Devrim Muhafızları tarafından ve İran sınırları içinden Erbil’e gerçekleştirilen füze saldırısı bu rahatsızlığın dile getirilişi olarak değerlendirildi. Geçtiğimiz günlerde yine Erbil’e İran kaynaklı füze saldırıları gerçekleşti. TSK’nın Kuzey Irak’a yerleşme perspektifi İran için yalnızca ekonomi düzeyinde hayallerin yıkılması değil, ABD hegemonyasındaki bir güç tarafından batı sınırı boyunca askeri düzeyde de abluka alınma anlamına geliyor. Bu anlamda, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliği perspektifi karşısında gösterdiği tepkiyle benzerlik içeriyor. İran, Saddam rejiminin devrilmesinden bu yana Irak’taki Şii çoğunluk üzerinde nüfuzunu genişletti. Kürdistan bölgesinde ise KYB hegemonyasındaki Süleymaniye yönetimi ile tarihsel bağları daha da güçlendi. Bu genişlemeyi, bölgesel rakipleri olan Suudi rejimi ve İsrail ile onların küresel müttefiki ABD yıllardır kaygıyla izlemekteydi ve Türkiye’nin Irak’ta yayılma çabasının Amerikan yönetimi tarafından en azından oyun bozucu bir tedbir olarak icazetle karşılanmasının ardında İran kaygısı hissediliyor.
İran’la ilgili kaygıların etkisi, Türk uçakları tarafından yakın zamanda bombalanan Sincar’a ‘pençe-kilit’le eşzamanlı olarak Irak ordusu tarafından başlatılan harekatta da gözleniyor. Sincar bölgesi, 2014’te IŞİD’in Ezidi halka yönelik giriştiği soykırım ile dünya kamuoyunun gündemine gelmişti. Sayısı binlerle ifade edilen KDP peşmerge güçleri IŞİD ilerlemesi karşısında savaşmak yerine bölgeyi terk etmiş, bu durumda PKK’ye bağlı silahlı güçler Ezidi nüfusu IŞİD’e karşı savunmuştu. O günden bu yana PKK’nin Sincar’daki etkisinde artış görülüyor. Silahlı Ezidi gençlerden oluşan Şengal Savunma Birliği’nin (YPŞ) PKK etkisinde olduğu biliniyor ve özellikle KDP yönetimi arasında rahatsızlık uyandırıyor. YPŞ, resmi olarak Irak ordusunun bileşeni olarak tanınan İran yanlısı Haşdi Şabi güçlerinin komutası altında görünüyor. Bu karmaşık tablo içinde Irak ordusunun yaptığı hamlenin, artan PKK etkisini ve İran nüfuzunu elimine etmek olmasa da dengelemeyi amaçladığı görülüyor. Ezidi nüfusun sözcüleri ise bu askeri müdahaleyi, IŞİD’in başlattığı Ezidi soykırımının tamamlanması yolunda bir adım olarak kaygıyla karşılıyorlar. Sincar (ya da Şengal), Irak ile Suriye sınırları arasındaki geçiş noktası olduğundan stratejik öneme sahip. KDP yönetimi kadar Ankara da bu stratejik alanda artan PKK nüfuzunu kırmaya çalışıyor. Ezidi siyasetçiler ise, Türkiye’nin Ezidi nüfusu tehcir ederek kuzey Suriye’de yaptığı gibi Sünni Arap mültecileri Sincar’a yerleştirme biçiminde bir demografik mühendislik projesine sahip olduğunu iddia ediyor.
Rusya’nın Ukrayna’da ‘neo-nazilere’ karşı başlattığı ‘özel harekât’ ile Türkiye’nin Irak ve Suriye’de giriştiği son ‘terörle mücadele operasyonu’ arasında, eşzamanlılık ötesinde belli paralellikler görülebilir. Ortadoğu’da yeniden tetiklenen bu gerilim, Ukrayna işgali ile belirginleşmeye başlayan yeni küresel kamplaşmanın Ortadoğu coğrafyasından başlayarak dünya genelinde bölgesel çatışmalarla yayılma trendinin kanıtı olarak okunabilir. Savaş ya da işgal terimlerini kullanmaktan her iki halde de şiddetle kaçınmak gerekiyor. Asıl savaşın hangi cephede cereyan ettiğini ise Leonard Cohen söylemiş: ‘Savaş var diyenlerle savaş yok diyenler arasında bir savaş var.’