Geçtiğimiz haftalarda misafiri yemeğe çağırmamayı doğal sayan İsveçlilerle Türk misafirperverliği üzerinden dönen hararetli, kültürel karşılaştırmalı bir sosyal medya tartışmasını “eve gelen temizlikçiye yemek ısmarlamak şart mıdır?” tartışması izlemişti. En ağır ve güvencesiz koşullarda çalışan ev işçisi kadınlara dair “senden benden çok kazanıyorlar hesap etsen” çarpık argümanına evrilmişti bu da hızla. Son iki haftadır çoklu yoğunluklu ve bol seyahatli bir ritme düştüğümden yazı yazamadım. Ülkenin şişkin dert gündeminde içimde kalan konulardan biri de bu oldu. Birbiriyle ilgili, ilgisiz ama istisnasız biçimde ezilenin daha çok ezilmesine, altta kalanın canının çıkmasına dayalı ürkütücü gidişata dayalı gündemlerde hep aklıma geldi durdu.
Üniversitede başlayıp genellikle de çok yoğun biçimde süren çalışma hayatım boyunca kedili evin bir toz ve gaz bulutuna dönüşmemesine büyük katkısı olan birkaç ev işçisi kadın haftalıktan ayda ikiye uzanan bir döngüde uzun süreler boyu hayatımda kaldılar. Bu arada olağan koşullarda kadına kadın dememek için bin dereden su getiren kültürümüzde temizlikçi kadınlara kestirmeden “kadın” denmesi, ev içi, görünmez emek sömürüsünün güçlü bir özeti olarak hep tüylerimi diken diken etmiştir. Evin yaşanabilirliğine katkısı muazzam olan ev işçisi kadınlara öğle yemeği için “aç dolabı, ne bulursan yiyebilirsin” demenin aklıma geldiği durumlar elbette olmuştur ama yapmamaya çalıştım bunu. Çünkü Türkiye insanının her sınıfında gani gani bulunan türlü kompleks ve zaafla her gün ilk elden cebelleşen ev işçisi kadınlar, tanıdığım en gururlu insanlar arasındaydı genellikle. Hepsinde “fazladan bir şey kullanırım, çantama atıp eve götürdüğüm zannedilir,” hassasiyeti vardı. Çünkü çok kolay suçlanıyorlardı. Ankara’da yaşarken yıllarca evime gelip giden çok sevdiğim Sivaslı bir ev işçisi kadın, “evde ne kaybolsa bizden biliyorlar, insan irkiliyor bir” dediğinden beri evi iyice arayıp taramadan kaybolan bir şey için telefon etmemeye de özen gösterir olmuştum. Bu çok güvencesiz işi yapan kadınların çoğunun erken yaşta hastalık nedeniyle çalışamaz hale gelmiş bir koca ve yer yer de hayırsız bir evlat içeren, trajik hikayeleri oluyor. Çoğunlukla sırf ailenin değil sülalenin de yarı yükü bu kadınların omuzlarında. Durum müsaitse haftanın altı günü çalıştıkları yetmiyormuş gibi, kuzenin düğün hazırlığı, kayınvalidenin ev temizliği gibi işlere de koşturuyorlar olmayan boş vakitlerinde. Ve sıklıkla şüphelenildiğinin aksine, çok azı dolandırıcı, kandırıkçı vb. En azından bana hiç rastlamadı. Aksine defalarca yatak altına düşmüş yüzüğü, kitap içinde unuttuğum parayı bulup verdiklerine şahit oldum. Kahvaltıyı hazırlayıp öğle yemeğini muhakkak ısmarlamak ve işlerine saygı duyup belli ki kendi başına halledemediğin iş için aldığın yardım konusunda ukalalık etmemek, üstten bakmamak, saygı ve asgari güleryüz dışında da fazlaca bir beklentilerinin olduğuna rastlamadım.
Sevgili Aksu Bora’nın bu güzel yazısında dediği gibi, “ev işi, iştir”. Başkalarının evinin işini yapmak da, elbette her iş gibi asgari saygıyı gerektirir. Üstelik de bunu yapmacık biçimde değil içtenlikle gösterdiğiniz zaman insanlar genellikle “ben bu safı nasıl yolarım” hissine kapılmazlar, onlar da size saygı duyar. Dışarıdan anlamanın zor olduğu, bazen hiç uyumadan ertesi gün öğlene kadar sarkan yazı, senaryo işlerinin ne kadar zahmetli olduğunu pek çok başka meslek grubundan daha iyi anlarlar. Ben hiç, mesela bir taksicinin olası tepkisi gibi “uydurup uydurup yazıyosun sen de ha, güzel iş” biçiminde konuya yaklaşan bir ev işçisi kadın görmedim. Çünkü görüyorlar, tanık oluyorlar. Aksine ev bazen fazlaca dağınık olduğu için özür dilediğimde hep “olur öyle, sen de emekçisin, sen de çalışıyorsun” dayanışması gösterdiler. Sözün özü, mutlaka ki her işte olduğu gibi bu alanda da dolandırıcı, manipülatif, kötücül insanlar vardır. Ama salt toplumun genellikle en yoksul kesiminden oldukları için bunların bu meslek grupları arasından daha çok çıkacağını varsaymak, ayrıcalık hissine dayalı çarpık sınıfsal bir bakış açısından başka bir şeyden kaynaklanmıyor. Aksine kazanç ve statü büyüdükçe, türlü ve incelikli dolandırıcılık biçimleriyle çok daha fazla yüz yüze kalırsınız insanların. Evinizi temizleyen bir insana en büyük borcunuz da öncelikle işine saygı duymak ve onu olağan şüpheli olarak görmekten vazgeçmek. Bugün toplumdaki tüm “kırılgan” azınlıklar için de geçerli bu.
Günlerdir meselenin bu yönünü özellikle yazmak istiyordum. Bu kendinden altta gördüğü tarafından dolandırılma ve zarar görme endişesinin yanı sıra şu eğilimi de çok arttırıyor hayat koşulları: İnsanların giderek artan biçimde kendi kazanamadıkları paralardan çok diğerlerinin ne kazandığını dert etmesi tehlikeli geliyor bana. Sistemden, muktedirden, dünyanın iliğini kemiğini emen en tepedekilerden, bizi gün aşırı akıllı telefonlarımız aracılığıyla bile akla hayale gelmez yöntemlerle manipüle edip dolandıran dev ağlardan çok daha fazla, sömürü zincirinde alt basamakta olanlara yöneliyor öfkemiz. Bazen de eşitlerimize. Öfkenin ne kadar azının gerçek hedefe yöneldiğini hesap ettiğinizde, dünyanın neden böyle bir yer olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.
Bu hengamede güzel şeyler de oluyor. IBB Mor Zirve’ye bu yıl sevgili Neslihan Cangöz’ün editörlüğü/ önderliğinde, İBB Kültür Daire Başkanlığı’nın ve yerel eşitlik eylem planı danışmanı İlknur Üstün ve Bahar Yalçın’ın organizatörlüğü ile yedi kadın yazar olarak katıldık. Birgül Özcan, Figen Şakacı, Hande Ortaç, Pınar İlkiz, Pınar Öğünç, Sibel Öz ve ben, eşitlikçi politikaların günlük hayata yansımalarını “Kadınların İstanbul Hikâyeleri” başlığı altında hikâyeleştirdik. Her biri gerçek birer kadın deneyiminden esinlenen bu hikâyeleri Akasya Aslıtürkmen, Aslı Menaz, Başak Meşe, Elif Verit, Merve Engin, Parla Şenol ve Sevinç Erbulak gibi değerli oyuncular, öykülerle güçlü bir bağ kurarak, okuma tiyatrosu formunda aktardılar. Yedi kadın yazarın, yedi kadının gerçek deneyimlerine dayanarak yazdığı yedi öykü, yedi kadın oyuncunun performansı ve seçen, zenginleştiren, organize eden kadınların katkılarıyla görece epey de hızlı bir süreçte öyle hoş bir ortak yapıma dönüştü ki... Zirvenin “Birlikte Çok, Eşit ve Tok” başlığının altı, az rastlanır bir hayat/kurmaca birlikteliğiyle kanıtlanıverdi. Birlikte, gerçekten “çok”, birlikte gerçekten çok güzeliz.
Hayata güzel bir nefes molası verdiren bu güzel etkinlikten bir gün sonra tanık olduğum başka bir olay yukarıda anlattığım düşünceleri pekiştirdi.
Dün taksiye bindim, İstanbul için görece yakın bir mesafeye gideceğim ama acelem var. Taksici siteden çıkış yolunu ararken 60-65 yaşlarında, sevimli bir kadın badi badi yürüyerek el salladı. “Beni de kapıya kadar bırakabilir misiniz kızım?” “Tabii” dedim, ne olacak. Ben gideceğimiz yeri söyleyince “ben de sizinle geleyim o zaman ziyanı yoksa Eminönü’ne gideceğim, oradan daha kolay olur,” dedi. Navigasyon duygum kesinlikle en gelişmiş yanım değilse de iki konum arasında bir bağ olduğunu sanmıyordum ama neyse. Oturur oturmaz sohbete koyulduğu için de “herhalde vakti var, taksiyle gezmek istiyor, ne olacak” diye düşündüm. Sevimli abla biraz kafası dolu görünen benden pek randıman alamayınca taksiciyle koyu bir sohbete girişti. Eşi de taksiciymiş, günlük kazancını sordu uygun biçimde. Adam yuvarlak bir şeyler dedi demedi, yapıştırdı hemen, “güzel para aslında kardeş ama neye yetiyor ki artık, her şey ateş pahası. Bir kilo patates almak için on market geziyoruz.” Açık ara ortak sorun olan delirteç artan pahalılıktan mevzuyu kıvrak bir dönüşle kocasının kumarbazlığına getirdi. Normal koşullarda 12 dakika olup tepesi (şimdi anlatacağım nedenden) atan taksicinin dönüşü kaçırması üzerine 18 dakikaya çıkan yolculukta o tatlı alçak sesli, bol iç çekmeli, “Benim şurda kaç senem kalmış, derdim günüm evlatlarım” temalı giderek trajikleşen kumarbaz koca hikâyesi etrafında bize bütün hayatını anlattı. Taksici bir noktaya kadar dinleyip, “abla kocan kumarbazsa gebersin bence!” dedi. Kadının yerine irkildim, ne de olsa belki hala sevdiği kocasından bahsediyor. Eli ayağı titreyen taksici “erkek adam her şeyi yapsın, yeter ki kumarbaz olmasın,” temasıyla kendi hayatına giriş yaptı. Ben “geri kalan her şey”in de yaklaşık aynı hasarı verebileceğini belirtecek oldum. “Erkek adamdır, yapar, ama…” ile başlayan, ucu dar aile bütçesinin gaspından kadına hak görülmeyen diğer her türlü meşgaleye yakılan ışığın bu gibi yaygın trajedilerin altında yatan esas neden olduğunu belirtmekti niyetim. Baktım hiç aynı telde değiliz, şoför kumar davasıyla tetiklenmiş, kadın da mümkün olan en doğrudan şekilde dert dökmek istiyor, çekildim aradan. Bir ara taksiciyi “kuzenim sonunda kumarbaz babasını çekti vurdu, (hapiste) aslanlar gibi bakıyoruz şimdi yiğidime” derken buldum. Kadın da “ah çok zor tabii delikanlı çocuk demek dayanamadı artık…” diyor. İşte bu noktada birden dönüşü kaçıran taksici kontrolünü yitirdiği için de sinirlenerek, “abla Allah aşkına sus artık, sekiz dakikada bütün hayatını anlattın, ciğerimizi soldurdun yeter be!” diye bağırdı. Kadın tontiş yüzündeki ifade değişmeden kibarca başını cama doğru döndü, yaklaşık yarım dakika sonra çıkardığı “ah”tan sonra otobüs durağında inene kadar da bir şey demedi. Dert paylaşımının yanı sıra azarlanma karşısında kontrolünü yitirmeme konusunda da hayli yüksek deneyim sahibi olduğunu, bu şekilde hayatta kalmanın her ince ayrıntısını bildiğini düşündüm. Açıkçası durduk yere çeyrek saatlik şahsi dert bocası beni de boğmuştu. Yine de üzülmüştüm kadının haline. Kadın iner inmez taksici, meşhur hikâyedeki, ilk kez hizayı tutturamayıp mermer tezgâhı kırmış kasabın mesleki hassasiyetiyle “bana dönüş kaçırttı ya!” dedi. Üstüne ben de azardan payımı aldım. “Hanfendi eğitimli birine benziyorsun, dolandırıcıyı tanımıyor musun sen?” “Dolandırıcı mı?” dedim. “E tabii susturmasam birazdan senden para da isteyecekti” dedi. Açıkçası aklıma geldiyse de koyulan sohbetten o “vibe”ı almamıştım. Bana daha çok sinir krizinin eşiğinde kadınsı bir tevekkül bilgisinin evrildiği biraz çılgınca bir yöntemle yabancıya dert dökme girişimi gibi görünmüştü. Ayrıca dedim, “velev ki beni kandırıp para istedi, kanacak olsam vereceğim üç kuruş, kandırıldığımı hissedip vermesem de zaten zararım yok… Bana niye kızıyorsunuz ayrıca, sohbeti de siz ettiniz?” dedim. Kadının anlattığında yüzde elli gerçek payı olduğunu varsayarsak o dert bocasının bana duygusal maliyeti o anki eril gerilim hattının yarattığı “kaza mı yaparız” endişesinden fazla değildi. Böyle deyince şoför kendine çekidüzen verdi, “kumar denince ben çok tetikleniyorum, size de kızdım kusura bakmayın” dedi, trajediler antolojisi tatlıya bağlandı böylece.
Dert çok, yoksulluk çok, yoksunluk çok, tüm bunlar elbette günlük hayat gerilimlerini de dolandırılma biçimlerini de çeşitlendirerek arttıracak, görünen. Öfke ve korkularımızı daha alt basamakta gördüklerimize yönlendirmekten, esas büyük dolandırıcının ezilenler değil dünyanın ve ülkenin daima kazanan dev kasasının başını tutanlar olduğunu hep akılda tutmaktan da başka çare yok.