Anıt kavramının türlü eylem biçimleriyle olabildiğince kanlı canlı hale getirildiği şu günlerde, Hamburg'daki G20 zirvesine 'Zombi kapitalistler' performanslarıyla damga vuranlar kadar, aklımıza 15 Temmuz'un günümüz iktidarınca heykel sanatına başvurularak simgeselleştirilmeye / anıtsallaştırılmaya çalışıldığı başka türlü çabalar da gelmiyor değil.
Birkaç gündür, ödenmemiş bir fatura gibi yanımda taşıdığım ve aslına bakılırsa tadından, sonu, hesabı önüme gelsin de hiç istemediğim bir kitabı, yeni ziyaret ettiğim bir heykel sergisi eşliğinde, henüz bitirdim: Dominic Pettman'ın Sel Yayıncılık etiketiyle geçen ay raflara taşınan ve Türkçesi Yunus Çetin'e ait Sonsuz Dikkat Dağınıklığı isimli kitabı, 'Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak' alt başlığını taşıyor.
Pettman, New York'taki New School for Social Research'da "Kültür ve Medya" dersleri veriyor. Araştırmacı ve akademisyenin kitabı, beş ana başlıkta günümüz sosyal medya evreni ve bunun Dünyaya, insanlığa etkilerini, 'dijital bireyselleşme' mefhumunu büyüteç altına alıyor.
Pettan, sosyal medyanın yarattığı travmanın önemli bir kısmının, insan olmaktan, dolayısıyla da gerek faniliğin gerek bizi bekleyen diğer bedbaht akıbetlerin farkında olmamızdan ve bu durumun omzumuza bindirdiği yükten ileri geldiğini söyleyerek, Pascal'ın şu vecizesine gönderme yapıyor: '...mutlu olmak adına, bu gibi şeyler üzerine düşünmemeyi seçtik.' Ve yazar, sosyal medyanın esasen bu gibi şeyler üzerine düşünmememizi sağladığını ileri sürüyor.
Diğer yandan İstanbul Maslak'taki Elgiz Müzesi, beş yıldır 'Teras Sergileri' düzenliyor. 1500 metrekarelik alanda bugüne kadar 186 sanatçıya yer veren sergilerin bu yılki dokuzuncusunun danışma kurulu, Seyhun Topuz, Rahmi Aksungur, Nilüfer Ergin, Haşim Nur Gürel ve Can Elgiz'den oluşmuş. İşte, 14 sanatçının bu yıl katıldığı ve 28 Ekim'e değin görülebilecek sergide, aklıma Pettan'ın tespitini çağıran bir iş duruyor. Müzede 'Heykel Sanatının Ustalarına Saygı' başlığı altında yer verilmiş, Levent Ayata'nın üç boyutlu bir insanlık 'profil'i olarak alınabilecek, 'Sıkıldım' heykeli bu. Belki dayanmazlık, belki sıcak, belki olduğu yerden rahatsızlık ve belki de biriktirdiklerinden, patlamak üzere olan bir büst. Devasa bir organik 'emoji'.
Ayata, sergi kataloğuna da benzer bir ifade ile 'profil fotoğrafını' konduran, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Ana Sanat Dalı'ndaki Araştırma Görevlisi yükümlülüğünü sürdüren bir akademisyen-sanatçı. Zaten, 'Sıkıldım' diyen işi de, bir oto-portreden farksız. 1981 doğumlu sanatçı, polyesterden menkul eserine katalogda eşlik eden metin-manifestoda olduğu gibi, şunları aktarıyor:
Dikkat edilecekse, Google'vari bir 'alfabetik arama sonucu' tadındaki bu 'duygudurum' tekerlemesi, sosyal medyadaki yansımamıza da oldukça yakın. Keza, Elgiz Müzesi'ndeki heykellerin tümü, 'ayakuçlarına konmuş' birer künye ile, kendi dertlerini izleyicilerle ayrıca paylaşıyor. Sergide bana sosyal medyadaki 'güvenli' halimizi çağrıştıran bir diğer çalışma, Sanatta Yeterlik eğitimini Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Heykel Anasanat Dalı'nda sürdürmekte olan Arif Çekderi'den geliyor. Sanatçının Elgiz Müzesi terasına konuşlandırdığı 'Güvendeyim' adlı eseri, açık havada, onca kilide kulak asmadan açık bırakılmış çelik bir kapıyı önümüze çıkarıyor. İnsanın aklına kendi güvenliği için aldığı tedbirlerin kendisi adına ürettiği hapislik hissi yanında, sosyal medyadaki örtük çıplaklığını da getirmiyor değil, bu kaskatı (k)anıt, bu sivil büst.
İşte tam bu noktada Dominic Pettman, sosyal medya denen kapının önü ve ardındakileri yorumlarken, bu heykeli de tarifliyor adeta: "...evet, cehennem biziz. Fakat cehennem bir yandan da başkalarının kesin yokluğu. İnsanlarla aramıza mesafe koymak ve onları fiilî alanımızdan uzak tutmak, ama yoldaşlığın güven veren telgraf sinyallerinden mahrum kalmayacağımız kadar da yakınımızda bulundurmak için, muazzam bir altyapı inşa etmek durumunda kaldık. İkisini birden istiyoruz: Bir yandan dikkatimizi kendi başarısızlıklarımızdan ve yapılacaklar listelerimizden başka yönlere çekerken, diğer yandan gerçek ötekinin varlığının ve ihtiyaçlarının doğurduğu o zahmetli yükümlülüklerden kurtulmak - ki bu yükümlülükler de çok yakın bir zamandan beri, hiç değilse birkaç bin yıldır, adına 'toplum' denen yükümlülüklerin ta kendisidir." (s.20)
Aynı feleğin çemberini paylaşmak zorunda bırakılmış iki pota, Elgiz Müzesi'ndeki Magritte ruhlu işlerden bir diğeri. Ergin Soyal, bu işe 'Öpüşme' adını koymuş. Soyal'ın, işine getirdiği metinsel yorum ise, en az çalışması kadar yalın ve sağlam: "Öpüşme, oyun alanına ve oyunun katı kurallarına bir müdahale. Silinen çizgiler ve belirsizleşen sınırların sunulduğu yeni düzen, oyunun oynanmasını oyunsallaştırıyor. Kurallarını yitirmesi ve yeni bir kural önermemesi, oyunun oynanabilirliği üzerine bir şüphe yaratıyor. Yeni oyun alanı, oynama edimine davetkâr bir zemin. Oyuncu, kurallara duyduğu kuşkuyla, oyun alanını yeni bir deneyim alanına dönüştüreceğe benziyor."
Eskişehir Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü'nde Araştırma Görevlisi olan sanatçının eseri, büyük bir hakikat oyunu sahası olarak sosyal medya için de tatlı bir alegori imkânı veriyor. Elimizde top olmaksızın bakakaldığımız iki öpüşen pota, bize sanki hiç atamayacağımız en iyi 'tweet'i, ya da en fazla 'beğeni'yi alabilecek en iyi 'Instagram' karesini, ya da Facebook'ta bizi kendine hiç eklemeyecek o beyaz 'Selfie Boylu App Yazmalı'nın hayalini, yutkundurur gibi. Ancak işin aslı hiç de böyle romantik ve komik değil. Pettman, kitabın 33'ncü sayfasında şu okumayı yapıyor:
"Fakat, ya asıl mesele, hepimizin aynı etkisel ağlara ve anlara senkronize olmamız değil de, daha ustaca kotarılmış meşum bir modülasyonun nesneleri olmamızda yatıyorsa? Ya mevzubahis sürü, bambaşka sebeplerle farklı otlaklara doğru güdülmekteyse? Ya, sözümona sosyal medyanın var olma nedeni, bu etkileşimli gösteriyi olası müttefiklerimiz ve akranlarımızla asla aynı şekilde hissetmememize neden olacak şekilde ayarlamaksa? Bu durumda, kimimiz iktisadi adaletsizlikten ya da iklim değişikliğini reddedenlerden ötürü köpürürken, kimimizin sevimli bir kedi videosu karşısında kıkır kıkır gülmesi, son derece planlıdır. Tıpkı (iki saat sonra) tersinin yaşanmasının da planlı olduğu gibi. Böylece gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirilebilir. Dolayısıyla bu stratejik olguya 'hipersenkronizasyon'dan ziyade hipermodülasyon diyebiliriz. Yahut da, söylemesi kolay bir ifadeyle, kasti uyumsuzluk. Verimli gecikme. Yalpalayan oyalanma."
2001'de Türkiye'nin ilk özel çağdaş sanat müzesi olarak koleksiyoner Sevda ve Can Elgiz tarafından kurulan ve ICOM ile Küresel Özel Müzeler Ağı üyesi olan Elgiz Müzesi'ndeki Teras Sergisi'nde, bu sanatçıların yanı sıra iç-dış, fiziksel-sanal ve soyut-somut hakikati sınayan birbirinden biçimsel değişkenlikteki eserleriyle, şu sanatçılara da yer veriliyor: Caner Şengünalp, Çağdaş Erçelik, Emre Özçaylan, Ersin Uysal, Halil Daşkesen, Mahmut Aydın, Meliha Sözeri, Sanem Tufan, Tanzer Arığ ve Uğur Cinel.
Teras Sergisi, bu yıl Camille Claudel ve Auguste Rodin'e ithaf olunmuş. Sergi katalog yazısı, sanatçı Haşim Nur Gürel'in başlığını taşırken, yazı girişinde kimi aforizmalar serpiştirilmiş. Bunlardan birinde, günümüz gündemini çiçek gibi tazeleyen harika bir Rodin cümlesi gözüme koklatıyor kendini: "Sabır da bir eylem biçimidir," diyen Rodin'in bu ifadesini, sergide en iyi şekilde karşılayanlardan biri de, bugüne kadar Eskişehir'de iki kişisel sergi açan Sanem Tufan oluyor.
Tufan'ın '8B ve 3D' isimli yapıtı, iki çerçeve arasında kendini vücuda getirmeye soyunan bir kadın bedenini betimlerken, sanatçı yapıtını şöyle dillendiriyor: "Tanımlı iki çerçeve arasında çizgiler hacim kazanırken, beden bütünlük peşindedir. Desenden çıkan çizgiler, üç boyut içinde kendilerine yer bulur. Çizgiler, kaçak gölgenin izinde yeni yanıtlar aramaya koyulur..."
Anıt kavramının türlü eylem biçimleriyle olabildiğince kanlı canlı hale getirildiği şu günlerde, Hamburg'daki G20 zirvesine 'Zombi kapitalistler' performanslarıyla damga vuranlar kadar, aklımıza 15 Temmuz'un günümüz iktidarınca heykel sanatına başvurularak simgeselleştirilmeye / anıtsallaştırılmaya çalışıldığı başka türlü çabalar da gelmiyor değil. Bunlardan birinde, soyut / geometrik bir çekirdek-bünye içinde 24 saat dinsel yayının yapılacağı bir girişim söz konusu.
Eski Boğaziçi Köprüsü, bugünkü 15 Temmuz Şehitler Köprüsü yamacında, Anadolu-Avrupa güzergâhında yer alacak anıtta Hilmi Şenalp'in imzası var. Eşkenar beşgen bir plana oturan ve beşgen geometriye sahip bir kubbe bu. Şenalp bu tabiri, yakın geçmişte Sabah gazetesinde Hasan Ay'a verdiği özel söyleşide kullanmış. Kemerlerden ikisinin, giriş ve çıkış için birer kapı mahiyetinde olduğunu söylüyor. Diğer üç kemer ise, içlerinde 249 şehit isminin yazılı olduğu kitabeler şeklinde kullanılmış. Ziyaretçiler ise bu merkezin etrafındaki kademelerde oturup, gece gündüz her an okunacak selâyı dinleyip, şehit isimlerini okuyabilecek. Dileyenler ise, mimar Şenalp'e bakılırsa, Kur'an okuyup dua edebilecek.
15 Temmuz'un heykel-anıtla imtihanında ikinci perde ise, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla sarayın karşısına dikilecek olan 15 Temmuz anıtı şeklinde öne çıkmakta. Sosyal haber medyası Diken'de okuduğuma bakılırsa, anıtta "Rabia" vurgusu dikkat çekiyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi, sarayın karşısındaki alanda 15 Temmuz anıtının yapım çalışmalarını sürdürüyor. Anıt 30 metre yüksekliğinde, dört yüzeyli bir kule şeklinde tasarlanmış. Anıtın üzerine "tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" ifadeleri yazılı. Saraya bakan yüzeyinde ise "tek devlet" ifadesi ve Cumhurbaşkanlığı forsu yer alacak. Anıtın iç kısmında ise olaylarda ölen 249 kişinin portreleri yer alacak. En üstte ise Ömer Halisdemir'in adı olacak.
Anıtın bir benzeri de TBMM'ye inşa edilecek. TBMM'ye yapılacak anıtın üzerinde TBMM forsu yer alacak. İstanbul'daki ve Ankara'daki anıtların açılışı 15 Temmuz'da Erdoğan tarafından yapılacak. Türk bayrağının ay yıldızının ağırlık koyduğu bu anıtta ayrıca, AKP'nin Türkiye bayrağının korunmasına yönelik, birçok insanın birbiri üzerine çıkarak canı pahasına bayrağı indirmedikleri reklâm kampanyasına da göndermede bulunuluyor ki, bu reklâmın da estetik ve dijital köken olarak Brad Pitt'in başrolünü üstlendiği ve her ne hikmetse Kudüs'e kadar uzandırdığı distopik zombi filmi 'Dünya Savaşı Z'yi de anımsatmıyor değil...
Bu iki heykel 'ihtiyacı', iktidarların tarih boyunca kültür ve sanatı nasıl araçsallaştırıp, gerekli gördüğü takdirde kamusal alanda neyi yücelterek anıtsallaştıracağına yönelik iki 'resmî' örnek. Heykellerin büyüklükleri oranında metinleriyle kitleleri nasıl etkilediği, akıbetleri ve tarihsel örnekleriyle hepimizin malûmu. Bu sebeple Elgiz Müzesi'ndeki 'Teras Sergisi'nin taşıdığı sivil okumaların da, gerek siyasî, gerek sanal ve gerekse sivil iklim adına mühim vurgular barındırdığını düşünmekteyim.
Zira yine Rodin'in dediği gibi, "Eğer edindiğiniz deneyimi akıllıca kullanırsanız, hiç bir şey zaman kaybı değildir."