Kaostan çıkış mı, kaotik çıkış mı?

Prof.Dr.Emre Bağce, “Parlamenter Sistem mi, Başkanlık mı?” adlı kitabında aklı-selimin gereğini yere getiriyor. Bağce, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini, en güncel uluslararası veriler ve endeksler aracılığıyla değerlendirmeye alıyor.

Abone ol

Göksel Aymaz  gokselaymaz@hotmail.com

Recep Tayyip Erdoğan kaynaklı gündemin eleştirisi önünde iki ciddi engel var: Birincisi, Erdoğan karşıtı retoriğin artık kendiliğinden ve kolayca hiçbir biçimde politikayı belirlemeyen toplumsal antipatiler şekline gerilemiş olması. Diğeri de, rasyonalite ile sürüp gitmekte olan irrasyonalite arasındaki aşılmaz görünen gedik. Erdoğan’ın başlattığı başkanlık sistemi tartışması da bu ikili engel içinde dönüp durmakta. Bu tartışma da yine benzer biçimde ya Erdoğan’a sempati duyanlarla duymayanlar arasında geçen ve politikayı hiçbir biçimde belirlemeyen soyut bir retorik olmakta ya da rasyonel olanla Erdoğan ve partisi tarafından yürütülen irrasyonel pratik arasındaki gediği derinleştirmekten başka bir işe yaramamakta. Toplum tarafından her yönüyle ve açıkça anlaşılması gereken bir mesele de bu hafriyat içinde kaybolup gitmekte. İnsan, işi gücü Erdoğan’a duydukları sempati veya antipatiyle konuşmak olan medya mensuplarına bir anlam veriyor ama o koro içinde üniversitelerde ders veren, akademik unvanlara sahip olanlar var, bunu kabullenemiyor. Zira akademisyen denilen kişi, anlaşılmayı en çok hak eden bir konunun anlaşılamaz hale getirilişinden en çok rahatsız olması gereken kişidir.

Akademiye yakışır refleks Emre Bağce’den geldi. Prof.Dr.Emre Bağce, Gonca Yayınevi'nden çıkan “Parlamenter Sistem mi, Başkanlık mı?” adlı kitabında aklı-selimin gereğini yere getirerek, parlamenter, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini, Erdoğan üzerinden yürüyen bir tartışmaya girmeksizin, başta BM, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verileri olmak üzere, en güncel uluslararası veriler ve endeksler aracılığıyla değerlendirmeye alıyor. İlgili sistemlerle yönetilen dünya ülkelerinin somut durumlarını, “siyasi haklar ve özgürlükler”, “insani gelişme”, basın özgürlüğü”, “hukukun üstünlüğü”, “tutuklu ve mahkûm oranları”, “insanlığa katkı”, “yolsuzluk algısı”, “gelir dağılımı”, “yetişkin ölümleri”, “yoksulluk”, “işsizlik” gibi 20 endeks üzerinden açıklayıcı tablo ve grafiklerle ayrıntılı olarak inceleyip, bunlar arasında karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıyor. Sonuçta kendiliğinden “hangi sistem daha müreffeh, sağlıklı, etkili, başarılı, iyi, tercih edilebilir veya daha hukuksuz, daha antidemokratik, daha yoksul, daha eşitsiz”in cevapları ortaya çıkıyor. Yani her tür bilimsel uğraşın yapması gerektiği gibi, basit ama kullanışlı, hayati sorulara akılcı cevaplar üretiyor.

DÜNYADAKİ HAKİM SİSTEM, PARLAMENTER DEMOKRASİ

Endekslerde listelenen 199 ülkenin 86’sı (yüzde 43’ü) parlamenter, 41’i (yüzde 21’i) yarı başkanlık, 59’u (yüzde 30’u) başkanlık ile yönetilmekte. Kalan 13 ülke ise (yaklaşık yüzde 7’si) mutlak monarşi, tek parti, cunta veya geçiş yönetimi içinde olduğundan “diğer” kategorisi altında değerlendiriliyor. Bu oranlardan anlaşılan ilk gerçek, dünyada yaygın olarak benimsenen yönetim sisteminin parlamenter demokrasi olduğudur. Bağce’nin verdiği bilgilere göre: “Avrupa Birliği ülkeleri arasında Kıbrıs dışında başkanlık sistemi ile yönetilen ülke bulunmamaktadır. 28 ülkeden 4’ü yarı başkanlık ve 23’ü ise parlamenter sistem ile yönetilmektedir. Dünyada başkanlık sistemi ile yönetilen ülkeler, ağırlıklı olarak Latin Amerika, Afrika ve Asya-Pasifik bölgesinde yer almaktadır. Yarı başkanlık sistemi ile yönetilenler ise ağırlıklı olarak sömürge geçmişi bulunan ülkelerden oluşmaktadır.” Daha ilginci: “Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde parlamenter sisteme doğru ciddi bir geçiş yaşanmaktadır. Türkiye ise bu sürecin tersine doğru, başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerine geçişe zorlanmaktadır.” (s.27) Halbuki: “Dünyada yerleşik parlamenter ülkeler içinde, Türkiye dışında parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi zorlayan bir tek yönetim, bir tek ülke bulunmamaktadır.” (s.271) 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik Anayasa değişikliği sonrasında Türkiye’nin, bazı kaynaklarda “yarı başkanlık” statüsüyle tasnif edilmeye başlandığını da bu vesileyle öğreniyoruz.

'YARAR DEĞERLER' VE 'YÜCE DEĞERLER'

Türkiye’nin yanlış bir yolda olduğu açık. Ne var ki Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak seçen kitle, onun parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi zorlamasına da uyum gösterecek gibi görünüyor. Geniş kitlelerin liderlere bu türden bağlanış göstermesinin dinamikleri genellikle “ihtiyaçlar” ve “muhtaçlık” kavramlarıyla açıklanabilir niteliktedir. Çünkü ihtiyaç ve muhtaçlık, “yarar değerler” olarak, politik tutum ve davranışları belirlemekte, özgürlük ve demokrasi gibi “yüce değerler” karşısında lider otoritesine bağlanmanın tercih edilişinde önemli bir rol oynar. Bu koşullarda, politik alana ilişkin uyaranlar, bu alanın (bilgisizlik ve kafa karışıklığı içindeki insanlara) anlaşılmaz görünmesi sebebiyle, kitleden uzaklaşmıştır. Kitlelerin temel uyaranı, ihtiyaçlarıdır. Yönetim sistemlerine göre listelenen ülkelerin endekslerdeki konumunun ortaya koyduğu asıl sarih ve büyük gerçeklik ise tam da bununla ilgili: Parlamenter sistem yalnızca demokrasi, hukukun üstünlüğü, haklar ve özgürlükler, basın özgürlüğü, küresel barışa ve insanlığa katkı gibi kendisinden beklenen ve Türkiye halkının iş, aş gibi “yarar değerler” karşısında “yüce değerler” olarak pek de umursar görünmediği kriterler bakımından değil, insani gelişme, sağlık hizmetleri, yolsuzluğun azlığı, gelir dağılımı eşitliği, mutluluk, sağlıklı yaşam beklentisi gibi doğrudan “yarar değerler”e ilişkin kriterlerde de bariz şekilde başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinin üzerinde bulunuyor. Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi ise, demokraside, hukukun üstünlüğünde, haklar ve özgürlüklerde, insani gelişme seviyesinde, sağlık hizmetleri ve sağlıklı yaşam beklentisinde, mutluluk sıralamasında diplerde dolaşırken, gelir dağılımı eşitsizliğinde, yoksullukta, yolsuzlukta, işsizlikte, tutuklu ve mahkûm sayılarında, yetişkin ölümlerinde, devletin kırılganlığında, yani kutuplaşma, çatışma ve iç savaşlarda üstte yer alıyor. “Bu sonuçların hiçbiri tesadüfi değildir” diyor Bağce; “Yönetimlerin benimsediği ilkelerin, uygulamaların, önceliklerin, meseleleri ele alış biçimlerinin, kısacası uyguladıkları politikaların ve reçetelerin sonuçlarıdır.” (s.266)

TOPLUMSAL KOZLAR

Türkiye, mevcut haliyle, endekslerde “vasatın altında” bir ülke görünümündedir. Bu sebeple: “Türkiye’nin yaşadığı sorunların çözümü başkanlık sistemi değildir; tam aksine, başkanlık sisteminin, endekslerde ayrıntılı olarak incelendiği üzere, Türkiye’nin sorunlarını daha kronik hale getireceğini söylemek malumu ilan kabilinden bir tespit kalır. … Sorunların çözümü daha fazla katılım, daha fazla hukuk, daha fazla meşruiyet, daha fazla şeffaflık, daha fazla denetim, daha fazla hesap verebilirlik ve daha fazla kamu yararı olarak ifade edilebilir.” (s.274)

Bağce’nin gündeme ilişkin ideal akademik refleksi temsil eden çalışması, evet, Erdoğan yandaşlığı veya karşıtlığının motive ettiği bir çalışma değil, içeriğini bu olası konumlar belirlemiyor ama sonuçta Erdoğan’ın siyasi kariyer hesaplarının Türkiye’yi nereye götüreceğinin somut verilerini apaçık ortaya koyuyor. Toplumsal bilimler kadar apaçık “toplumsal kozlarla” ilgili başka bir bilim yoktur ve işte Bağce de böylelikle siyasal iklimin çatışmacı kozları karşısında akademinin kendi kozunu ileri sürüyor: Gerçeklik. Ve bu gerçeklik bize kaostan çıkış olarak sunulan şeyin gerçekte bir kaotik çıkış olduğunu söylüyor.

Kitaba yazdığı “Önsöz”de Bağce, yönetim sistemlerine dair ileri sürülen görüşlerin büyük ölçüde kişisel kanaatler üzerine inşa edildiği gerçeğini hatırlatarak, “Bu kitap, parlamenter ve başkanlık sistemi tartışmalarına objektif, somut verilerle bakmak ve böylece kamusal müzakere alanına katkı sağlamak amacıyla hazırlandı” diyor. Kamusal müzakere alanına katkı sağlamak, iyi niyetli bir beklenti. Ne var ki, akademik/bilimsel gerçekten en fazla çıkarı olanlar, yani kitleler, yani alttakiler, toplumun o gerçeğe erişmenin teknik, kültürel ve zihinsel tüm imkânlarından en fazla yoksun bırakılmış kesimdir. Akademik/bilimsel gerçek, maalesef, kendi başına bir toplumsal güç olamıyor. Ona ancak kendisine erişmekte en fazla çıkarı olanlara erişebilmesine imkân tanıyan toplumsal dinamikleri yanına çekebilmek, yani kitleler için politikanın öncelikli uyaran olabilmesi koşuluyla gerçek bir toplumsal güç verilebilir. Türkiye’nin acil ihtiyaç duyduğu şey tam da bu. Kitle davranışından ve çatışma ikliminden kurtulup, toplumsal özne ve kamusal müzakereye geçebilmemiz gerek. Mevcut ataletimiz, kitlelere kaostan çıkış olarak görünen bu pasifist tutum, dünya tarihinde daima kitlesellikten kaotik bir çıkış olarak sonuçlanmıştır.