Sporla teşviki mesaimiz malum futbol. Gerisi birçoğumuz için sancılı. Bu topraklar için hep söylenen bir klişe durumu daha net özetliyor: “Futbol ülkesiyiz.” Gerçekten öyle mi? Tribünlerin dolmadığı, altyapıların sancılarının hiç bitmediği, sporun dostluk kardeşlik değil kavga dövüş olduğu, ‘vur, kır, parçala, bu maçı kazan’ ruhunun sardığı yer, nasıl futbol ülkesi olabilir ki.
Yine de diyelim bu sorunları aştık. Bir anda memleket sathında futbol, temaşasına geri döndü, güzel oyun ülkeyi sardı, yöneticiler nefret dilinden uzaklaştı, tribünler buna kayıtsız kalmadı, kavgadan dövüşten vazgeçtik. Kısacası hayat bayram oldu. Peki, o zaman futbol ülkesi olur muyuz? Bence olmaz. Çünkü temizlememiz gereken iki temel ayıbımız var. Önce onlarla yüzleşmemiz lazım. Yoksa olmaz o iş. 2005’te İsviçre’ye karşı düzenlenen ‘Kadıköy Meydan Muharebesi’ ve 2016’da Güney Kıbrıs’a karşı ‘Ankara Çıkarması’ndan bahsediyorum.
Kısaca ayıbımızı özetleyeyim. 2005 yılının Kasım ayıydı. Türkiye, Dünya Kupası’na gitmek için deplasmanda 2-0 kaybettiği İsviçre’yi Kadıköy Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda ağırlıyordu. Maç öncesi şu an olduğu gibi dönemin de Teknik Direktör Fatih Terim, başta oyuncuları olmak üzere tüm milletin akordunu ‘gerginlik’e göre yapmıştı. Milyonlar televizyon başında, futbolcular sahada burunlarından ateş püskürüyordu. Skor tabelasında 4-2 Türkiye’nin üstünlüğü olsa da, Dünya Kupası için bir gole daha ihtiyaç vardı. Gelmedikçe, gerginliği harladı Terim. Artık teller kopmak üzereydi. Hakemin bitiş düdüğü imdada yetişir diye umarken meğer taarruz borazanıymış saniyeler içinde fark ettik. Başta Emre ve Alpay olmak üzere akıncılar kulübeden çıkıp rakibe saldırırken, futbolun beyefendisi olarak bilinen Mehmet Özdilek ise ‘ince’ çalışıyordu.
Biz içine girmek için yerin yarılmasını beklerken, olayın görünen ve görünmeyen tüm sorumluların en fazla hafif çiziklerle atlatmıştı mevzuyu. Kimse özür dilemedi. Hiç kimseye de bir şey olmadı zaten. Sonra da ağız birliği yapmışçasına hiç açmadık konuyu. Pisliğimizi altına süpürdüğümüz halı hiç kalkmaz, rezilliğimiz bir daha gündeme gelmez, failler de unutulur gider dedik. Öyle de oldu.
Ta ki iki-üç gün öncesine kadar. Bu kez utanç sayfamıza 21 yaş altı takımı geldi oturdu. Halı kalktı ve bütün pislik ortaya döküldü. Türk futbolunun geleceği, geçmişini örnek alınca Güney Kıbrıs’a kaybedilen 1-0’lık Avrupa Şampiyonası Elemesi yine spordan çıktı. Tekmeler topa değil, misafire savruldu. Futbola boks karıştı. Bahane ise gecikmeden bulundu: Irkçılık yaparak sevindiler. Ve neticede utanmak yine bize düştü.
Geçmiş, geleceğin aynasıyla eğer pisliğimizi saklamak için bulduğumuz yeri biraz daha genişletmemiz gerekecek. Çünkü bu kez de kapatılacak üstü yaşananların. Ağaç yaşken şiddete eğildiği için göstermelik cezalarla kapanacak mevzu. Ve sıradaki rezilliğimize kadar da unutup gideceğiz bir kez daha.
Ve internete girip Barcelona’nın minik takımını izleyeceğiz. Yendiklerini rakiplerini teselli edişlerine methiyeler düzeceğiz. ‘Futbol işte böyle güzel’ cümleleri düşmeyecek ağzımızdan. Kamu spotu arası bittikten sonra memleket normallerine döneceğiz hep birlikte. Düşmanlık ateşine bir odun da biz atacağız. Yine körükleyeceğiz şiddeti. Dilimizde lanetleyeceğiz ama eylemlerimizle hep göstereceğiz kavgaya bağlılığımızı. Ve sonunda biriken gerilim hattı bir noktada yine kopacak. Yine bize hüsran kalacak. Acaba bu senaryoyu tekrar tekrar yaşamamak için kapatsak daha iyi değil mi futbolu.
NOT: Aslında başka bir yazı yazmaktı niyetim. Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın ağzından dökülen patavatsız “Che bir katil, gerilla, eşkıya. Böyle bir eşkıya benim gencimin yakasında, göğsünde olamaz” cümleleri üzerine gitmekti niyetim. Oradan da Maradona’ya bir selam çakıp yola devam edecektim. Ama yazılarımın sekmesi spor. Hem bu noktadan uzaklaşmamak hem de mevcut konjonktürün gücü, bilgisizliğin erdemiyle (!) konuşan, bundan sadece yıllar sonra tarihin çöplüğünde kendisini bulacak ve hiç kimsenin hatırlamayacağı Kahraman’ın ekmeğine yağ sürmemek için vazgeçtim. Lakin bir not koymadan da geçmek içime sinmedi.