Kapitalist sistemin yaşlı insanları suistimali: Nomadland
Yönetmen Chloé Zhao pek çok film eleştirmeni için, filmlerinde “yönetmen eli”nin olmadığı ve ufak tefek de olsa bazı dokunuşlarla katkısının olmadığı yönünde eleştirilere maruz kalmaktadır. Halbuki gerçekliğin beyazperdeye aktarımında realizm akımı belki de casting ajanslarından olmayan oyuncularla ve hikâyesi anlatılmak istenilen gerçek insanların hayatlarına nüfuz ederek hakikatle yüzleşmemizi sağlayacaktır.
Ali Murat Yel
Hikâye yazmanın farklı yöntemleri olabilir. Hayal gücüne, yazarın gözlemlerine ve ilhamına göre şekillenebilir. Ancak son zamanlarda “gerçek hayat hikâyesinden alınmıştır” notu ile okuyucuya -belki daha sonra seyirciye- sunulan eserlere ilginin yoğunlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Gerçi romanlara ilgimiz de, okuduklarımızın gerçek olmadıklarını bildiğimiz halde gerçeğe çok yakın insan hikâyeleri olmalarından kaynaklanmaktadır. Okuduğumuz bir roman ya da izlediğimiz bir filmde etrafımızda benzetebileceğimiz karakterler olması yazarın gündelik hayattaki gözlemlerinin ne kadar başarılı olduğunun da bir göstergesidir. Muhteşem bir hayal gücüne sahip olmayanlar ya da asıl hedeflerinin hakikati, sadece gerçeği aktarmak olduğuna inananlar, gazetecilik ya da akademik alanda antropoloji disiplinlerini tercih etmektedirler. Pek çok bilim dalında artık kabul görmüş olan alan araştırması, maddi gerçekliğin bir başka alana -gazetecilik, sosyoloji, antropoloji veya iletişim bilimleri gibi- aktarılarak “temsil edilmesi” ya da “anlamın tercüme edilmesi” için kullanılmaktadır. Araştırma yapılan kültür ve topluluklarda yılın değişik mevsimlerinde farklı aktiviteleri de gözlemleyebilmek için ortalama bir yıl süren “katılarak gözlem”, bu yöntemin en önemli unsurudur. Yaklaşık bir yıl boyunca o kültürün üyelerinin gündelik hayatlarına “sanki onlardan birisiymiş gibi” katılarak birlikte yaşama ve onlarla dostluklar kurma ve en önemlisi kültürleri hakkında doğrudan sorular yerine sohbetlerle öğrenme, hakikatin temsilinde diğer yöntemlerden daha başarılı olmaktadır. Pozitivizmin bilimselcilik dayatması karşısında daha öznel bir anlatımla okuyucuyu ikna etme becerisi ise daha çok yazarın veya araştırmacının gözlemlerini gerçeğe en yakın haliyle aktarabilme becerisine bağlıdır.
Columbia Üniversitesi Gazetecilik Okulu (Columbia Journalism School) öğretim üyelerinden Jessica Bruder’in, daha önce yazmış olduğu 'Burning Book: A Visual History of Burning Man' (New York: Simon Spotlight Entertainment, 2007) adlı kitabı da yine bir alan araştırmasına dayanmaktadır. Bruder, kitabında San Fransisco’da bir plajda 1988’de başlayan, daha sonra her yıl Ağustos’un son haftasında tekrar edilen ve yıllara göre değişen farklı temalardaki insan figürlerinin yakılması etrafındaki festivali foto-gazetecilik açısından ele aldı. Belki de bu festival için Amerika Birleşik Devletleri’nin farklı bölgelerinden gelen katılımcılarla yaptığı gözlemlerin bir devamı olarak yolculuk fikrini edinmiş olabilir.
Hıristiyan kültüründe hayatın bir hac yolculuğu (pilgrimage) olarak algılanması bugünün modern dünyasında dini bir olgu olmaktan çıkmış olabilir. Fakat hayatın bir yolculuktan ibaret olduğu fikri, dinden soyutlanmış olsa da seküler anlayışta da süregelen bir bakış açısı olduğu söylenebilir. Doğumdan ölüme kadar “bir yere ulaşma” amacı her insanda mevcuttur. Belki de ölüm, insanın artık “gidecek bir yeri” olmadığı bir dönemi simgelemektedir. Ya da hep bir yere “yetişecekmiş gibi” yaşayanların “gideceği yere” ulaşmış insanlardaki huzur ve sükunu bulamamaları hep bu acelecilikten kaynaklanıyor olabilir. Her ne kadar Black Rock City adıyla geçici olarak meydana getirilen alanda düzenlenen Burning Man Festivali insanlara maddi hayatın dışında geçici bir süre huzur imkânı verse de modern insanın sıkıntıları devam etmektedir.
Kapitalist sistemin dönemsel krizlerinden birisi olan 2007-2008 küresel finansal durgunluk, ABD’de ev kredilerinin geri ödenememesi üzerine ortaya çıkmıştı. Aradan geçen 12 sene, krizlerin kolayca sona ermediği hatta etkilerini uzun süre devem ettirdiğini göstermektedir. Bruder’in 2017 yılında yayınlanan 'Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century' (New York: W. W. Norton & Company, Inc., 2017) kitabı ise ülkeyi doğu sahillerinden batı sahillerine, Meksika’dan Kanada'ya kadar pancar tarlalarından Amazon alışveriş sitesinin depolarına kadar geçici işlerde çalışan, minibüs veya karavanlarında yaşayan çoğu orta yaş üstü insanlarla birlikte yaptığı seyahatler ve onların yaşam tarzları bir alan araştırması raporu olarak yayınlanmıştır. Belki de yazarın yolu, daha önceki Burning Man Festivali ile ilgili kitap çalışmasında Black Rock Desert geçici festival alanına yakın (yaklaşık 150 Km) Empire, NV isimli kasabaya düşmüştür. 2010 yılına kadar bölgede bir alçı fabrikası (US Gypsum) faaliyet göstermiş ama yaşanan mali olumsuzluklar sebebiyle kapanma kararı alınca kasabadaki yaklaşık 270 kişi evlerini terk etmek durumunda kalmışlardır.
Geçen yüzyılda olsa dışarıdan bakanlar için yerleşik hayattan sıkılmış motosikletleri veya karavanları ile özgürlüğü tercih etmiş orta sınıf bireyler olarak algılanabilirlerdi. Ama bu yüzyılda kendilerine “nomad” (göçer) adı verilen ve hemen hemen tamamına yakını orta yaşın üzerindeki bu insanlar ABD’de yeni bir “kavim” olarak ortaya çıkmakta. Kitabı okudukça veya filmi seyrettikçe aslında bu insanların sadece bir fantezi uğruna böyle bir hayatı tercih etmedikleri görülecektir. Çoğunun ekonomik kriz öncesi düzenli bir işleri olduğunu, hatta yüksek lisansı bile olanların işlerini kaybettikten sonra tüm çabalarına rağmen iş bulamadıkları, borçlarını ve hatta faturalarını bile ödeyemedikleri için bir çıkış yolu olarak bu hayatı seçmek zorunda kaldıkları söylenebilir. Kapitalist sistemin her durumdan menfaat elde eden yöntemi ile kendisine “geçici tarım işçileri” ve normalde insanların yapmaya pek hevesli olmadıkları gece vardiyaları için ucuz işçilik bulunmuştur. Amazon şirketinin şehirlerin dışında geniş araziler üzerine kurdukları depolarda gece-gündüz çalışacak ve karavanlarını hemen bina dışına park ettikleri için de ulaşım sorunu olmayan bu yaşlı insanları suistimal etmeleri gözler önüne serilmekte. Hatta bu uygulamaya CamperForce ismini vermişler ve otoparklarında kamp kurup karavanlarda yaşayan insanlara iş sağladıklarını iddia etmekteler. Jessica Bruder’in etnografik çalışması bize bu hayatın bilinmeyen yönlerini başarılı bir biçimde aktarmaktadır.
Yıllarca kocası ile Empire, NV’daki fabrikada işçi olarak çalışan Fern, eşinin ölümünden ve fabrikanın kapanmasından sonra işsiz kalınca tüm mal varlığını satarak kendisine bir minibüs satın almıştır. Fern, bundan sonra içini düzenlediği minibüste (karavan değil) yaşayacak ve geçici işlerde çalışacaktır. "Nomadland" filminin yönetmenliğini ve Bruder’in kitabından yola çıkarak senaryosunu yazan Chloé Zhao, filmde gerçek karakterlere rol vermiştir. Filmin baş karakteri olan Fern (Frances McDormand) ile aslında kendileri de nomad olan David (David Strathairn), Linda (Linda May), Swankie (Charlene Swankie), Bob (Bob Wells) ve Peter (Peter Spears)’in hikâyelerinde Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu zor durum ve belki de daha da önemlisi ileride hepimizin başına gelebilecek maddi ve manevi kayıplar karşısında zorluklarla baş etme çabalarını görüyoruz. Kendi aralarında birbirlerine tecrübe aktarımı veya ihtiyaç duymadıkları ufak tefek eşyaları armağan etmeleri, restoranlarda garsonluktan tarım işçiliğine kadar ihtiyaç duyumlarını aktarmalarına kadar bir dayanışma sergilediklerini görüyoruz. Paraları oldukça keyif için birlikte bir restorana veya bir sinemaya gittiklerinde de aslında hepsinin birer orta sınıf mensubu bireyler oldukları açıkça görülse de, zaman zaman kendilerine teklif edilen “çatı”ları reddetmeleri, açık gökyüzünün altında özgürce yaşamayı sevdikleri değil de sanki başkalarına yük olmayı istemediklerinden dolayıdır.
Fern, minibüsü bozulunca kız kardeşinden borç almak için onun evine gittiğinde veya bir sağlık sorunu yaşadıktan sonra oğlunun evine gitmek durumunda kalan David’in ona birlikte yaşamayı teklif etmesini hep kapalı bir odadaki yatakta uyuyamayacağını söyleyerek reddetmiştir. Kanser tanısı konulduktan sonra “hastane köşelerinde” sürünmektense yollarda keyifli anılar biriktirmeyi ve yolda ölmeyi tercih eden Swankie’nin ölüm haberi alındıktan sonra düzenlenen törende gruptakilerin ortada yanan bir ateşe onun anısına ve onun vasiyetine göre çok sevdiği çakıl taşları atması bir çeşit anma töreni gibi olmuştur. Hele Bob’un Swankie için söylediği nomadlerin birbirlerine hoşça kal demediklerini, zaten nasıl olsa günün birinde “yolun aşağısında bir yerlerde” görüşeceklerini söylemesi onun intihar eden oğlunun kaybıyla nasıl baş edebildiğinin de bir göstergesidir.
Yönetmen Chloé Zhao pek çok film eleştirmeni için, filmlerinde “yönetmen eli”nin olmadığı ve ufak tefek de olsa bazı dokunuşlarla katkısının olmadığı yönünde eleştirilere maruz kalmaktadır. Halbuki gerçekliğin beyazperdeye aktarımında realizm akımı belki de casting ajanslarından olmayan oyuncularla ve hikâyesi anlatılmak istenilen gerçek insanların hayatlarına nüfuz ederek hakikatle yüzleşmemizi sağlayacaktır. Zhao, “Songs My Brothers Taught Me” ve “The Rider” filmlerinde Pine Ridge Reservation sakinleri olan Lakota Sioux kabilesinin üyelerinin oyunculuklarıyla da orta derecede bir başarı elde etmiş ve muhtemelen bu filmi ile başarı çıtasını yükseltecek.
Hayatın zorlukları, özellikle de kapitalist sistemin kendisini her türlü zorluktan korumak için geliştirdiği taktiklerin bir gün bizim de başımıza gelebileceğini düşünen herkesin, bu dramatik yol hikâyesi filmini sıkılmadan seyredebilecekleri rahatlıkla söylenebilir.