AVM’ler de, tıpkı fabrikalar gibi mekan – zaman örgütlenmesine dayalı ama üretimi değil tüketimi arttırmayı amaçlayan araçlardır. Üretim araçları, nasıl işçileri tek bir mekanda denetim altına alıyor ve emeği yoğunlaştırıyorsa, tüketim araçları da tüketicileri tek bir mekanda toplar, denetim altına alır, çeşitli pazarlama teknikleri ile manipüle eder ve birim zamandaki tüketimi arttırırlar.
Alışveriş merkezleri, yıllık 120 milyarlık ciroları ve 1 milyon kişiye sağladıkları istihdam ile çok kârlı ve sürekli gelişen bir sektör. Her ne kadar istatistikler şimdiye kadar üretilmiş 12 milyon metrekare kiralanabilir alanın yüzde 10’unun atıl durumda olduğunu ve ziyaretçi sayısının yüzde 3 azaldığını söylese de, sektör yeni konseptler ve tekniklerle bu doygunluk eşiğini aşma çabasında.
Bunun en son örneği Zeytinburnu’nda açılan Zeruj Port. Dünyanın, muhafazakar kadınlarına yönelik ilk AVM’si konsepti ile Zeruj Port’da, sadece kadınlara ve çocuklara yönelik ürünler satılacak ve içerisinde okunacak beş vakit ezanla da muhafazakarlığı tescillenecek.
İktidarın, yabancı dile olan alerjisi ve zamanında camilerin ahır olarak kullanıldığı eleştirisini sık sık dile getirdiği düşünülürse, tüketim ile İslami sembolleri bir araya getiren Zeruj Port alışveriş merkezinin bir nevi camiye öykünen konsepti, herhalde sadece bizim ülkemize özgü bir tuhaflık olmalı.
AVM'LERİN KISA TARİHÇESİ
“Her”leri , “ilk”leri, “en büyük”leri seviyoruz.
Siyasetçilerin “Her kente bir…” retoriği ile başlayan ama çoğunlukla sözde kalan vaatlerinin aksine, kapitalizmin hızla yerine getirdiği başka bir sözü var: “Her kente, ‘en az’, bir alışveriş merkezi.”
Türkiye’de, bir kentte müze ya da kültür ve sanat merkezi olmaması sorun edilmezken, bir AVM’sinin olmaması büyük bir eksiklik olarak görülüyor; çağdaş ve modern olmanın kriterleri tek bir yapı türü ve işlev ile sınırlanıyor. Son rakamlara göre, İstanbul’da 93, Ankara’da 33, İzmir’de 21, Antalya’da 14 olarak devam eden listede, toplam 400’den fazla AVM bulunuyor. AVM’si olmayan kent sayısı ise sadece 22.
1987 yılında Bakırköy’de açılan Galleria, Türkiye’nin ilk AVM’si idi. Açıldığında, büyük bir heyecan yarattı ve insanlar, bir şey satın almayacak olsalar bile bu yeni tüketim mabedini ziyaret ettiler, uzun bir süre hakkında konuştular.
Asıl büyük heyecanı ise 2005 yılında, “Avrupa’yı İstanbul’a getirdik, hem de pasaportsuz girilebilecek” sözleriyle lanse edilen, Avrupa’nın en, dünyanın ise ikinci büyük –birincisi ABD’deki Mall of America- AVM’si olan Mecidiyeköy’deki Cevahir yarattı. Aynı anda kaç kişinin kullanabileceğinin, içinde kaç mağaza, sinema, eğlence merkezi, fast-food restoran, yürüyen merdiven olduğunun ve hatta kaç kilometre korkuluk kullanıldığının ballandıra ballandıra anlatılması halen aklımdadır.
Her biri başka bir iddia ile açılan AVM’leri takip etmek artık pek mümkün değil. Her yerdeler, tek tüketim biçimimiz oldular ve bu, artık bizlere gayet doğal geliyor.
Şimdi kendi coğrafyamızdan çıkalım ve zamanı 166 yıl geriye saralım.
Aristide Boucicaut’nun, 1852’de Paris’te açtığı “Bon Marche”, üretim ile tüketimin aynı yerde olmaması, haftanın belli günlerinde kurulan pazar yerleri ve takas usulü gibi geleneksel alışveriş biçimlerinden ayrışması ile bugün bildiğimiz anlamıyla ilk modern mağazadır. Bon Marche, üç farklı temel ilkeye dayanıyordu.
1. Parça başı kâr oranı düşük, satış hacmi geniş tutulacak;
2. Malların fiyatı sabit olacak ve üzerlerinde belirtilecek;
3. Satın alma zorunluluğu olmadan, isteyen herkes mağazaya girebilecekti.
Bu üç ilkenin ilki, fabrikanın maddi üretim fazlalığının; ikincisi, işin hacminden dolayı satış elemanı çalıştırılması zorunluluğu ve geleneksel pazarlık yöntemine güvenilemeyeceğinin; üçüncüsü ise sabit fiyat politikası ile satın alan ve satan arasındaki ilişkinin mekanikleşmesinin karşılığıydı.
TÜKETİMİN MEKANSAL ÖRGÜTLENMESİ
Kapitalizmin ilk ayırt edici özelliği, sanıldığının aksine teknolojik bir yenilik olan makine değil, mekan-zaman örgütlenmesi aracılığı ile işçilerin disipline edilmesi, emeğin yoğunlaşması ve kârlılığın maksimize edilmesidir. Üretimin basit parçalara ayrıştırılması ve akan bir bant ile tek görevi bir vidayı sıkmak olan işçinin önüne gelmesinin birlikteliği, üretimi inanılmaz boyutlara ulaştırdı. Fordist üretim tarzının isim babası olan Henry Ford, T model otomobilinin üretim fikrini, mezbahalardaki hayvanların kesilme ve parçalanma yönteminden aldığını söyler.
Ancak 20'nci yüzyılın ilk yarısına hakim olan Fordizm'in, tek tip üretim yapabilme, yüksek stokla çalışma, bu boyuttaki muazzam bir üretimin ve tüketimin istikrarlı artışının siyasi ve ekonomik değişimler karşısındaki kırılganlığı gibi ciddi yapısal sorunları vardı.
Kapitalizm, 1960’ların sonunda Batı’daki refah devleti politikalarının çökmesi, art arda gelen siyasi ve ekonomik krizler, tek tip üretimin doygunluk noktasına ulaşması gibi nedenlere dayalı kendi içsel krizini, üretim tarzını yeniden örgütleyerek ve tüketimi uyarmanın yeni yollarını icat ederek aştı.
Üretimin tek bir mekan-zaman örgütlenmesi içinde gerçekleşmesinin yerini, çeşitli coğrafyalara yayılmış alt-üreticilerle kurulan ve kısa vadeli anlaşmalara dayanan, stok gerektirmeyen, tüketici beklentilerine kolayca uyum sağlayabilen bir üretim tarzı olarak post Fordizm ya da diğer adıyla “esnek birikim modeli” aldı. Kuşkusuz buna imkan tanıyan, sermayenin küreselleşmesi, ulaşımın hızlanması ve bilişim-iletişim alanındaki son gelişmelerdi.
Tüketim ise esas olarak, her tür ürünün satın alındıktan sonra daha eskimeden kullanımının sonlanıp, yeniden üretim döngüsüne girme süresinin (yarılanma ömrü) kısaltılmasıyla arttırıldı. Kültürel kodlar ve kimliklerin ön plana çıkarılması, modanın toplumun tabanına yayılarak güçlü bir eskitme aracına dönüşmesi, “kullan-at” tarzı ürünlerin çoğalması, televizyon, bilgisayar gibi ürünlerin yeni teknolojiler karşısında çabucak yenilenme zorunluluğu gibi bir dizi teknik, bugün tüketim toplumu olarak adlandırdığımız dünyayı kurdu.
Bu yeni tüketim dünyasının yeni tüketim aracı ise AVM’ler.
AVM’ler de, tıpkı fabrikalar gibi mekan – zaman örgütlenmesine dayalı ama üretimi değil tüketimi arttırmayı amaçlayan araçlardır. Üretim araçları, nasıl işçileri tek bir mekanda denetim altına alıyor ve emeği yoğunlaştırıyorsa, tüketim araçları da tüketicileri tek bir mekanda toplar, denetim altına alır, çeşitli pazarlama teknikleri ile manipüle eder ve birim zamandaki tüketimi arttırırlar.
Aslında üretim araçları gibi rasyonel örgütlenmelerdir, ancak fabrikadan farklı olarak bunu gizlemeleri ve tüketiciyi büyülemeleri gerekir. Nesnelerin sabit, tüketicilerin hareket halinde olduğu gizli bir tüketim bandına sahiptirler. Fast-food katı, özellikle en üst katta yer alırken, birbirleriyle ilişkili ürünlerin satıldığı mağazalar birbirlerinden mümkün olduğunca uzak noktalarda konumlandırılır ve tüketiciler, yürüyen merdivenler aracılığı ile farkında olmadan tüm AVM’yi gezerler. İçerideki sabit sıcaklık ve parlak ışık, sonsuz bir bahar ve sonsuz bir gündüz yanılsaması yaratır ve tüketimi, zaman dışı, kesintisiz ve ütopik bir eyleme dönüştürür. Orta boşluktaki herkese açık ücretsiz gösteriler, konserler, sergiler, özel fırsat kampanyaları ve çeşitli hediyelerle tüketim ile haz duygusu birleştirilir ve böylelikle “tüketim eşittir eğlence, eğlence eşittir tüketim” denklemi zihinlerde kurulur.
AVM’ler başka denklemler de üretirler. Girişteki güvenlik ve x-ray cihazı, sahte bir “güvenli iç” duygusu yaratır. X-ray cihazlarının hassaslığı, havaalanlarında en üst, AVM’lerde ise genelde en düşük seviyeye ayarlıdır. Eğer en ufak metal için bile uyarı veriyor olsalardı, girişte uzun kuyruklar oluşur ve kimse içeriye giremezdi. Ben şahsen, ne cep telefonumu ne de anahtarlığımı çıkarmıyor ve genellikle hiçbir sorun yaşamadan kontrolden geçebiliyorum.
Zihinlerimizde üretilen bu denklemlerin ve tüketim alışkanlıklarımızın sadece AVM’ler ile sınırlı olduğu yanılgısına sakın düşmeyin. “Tüketim eğlencelidir ve içerisi güvenlidir” denklemi bir defa zihinlerimizde kurulduktan sonra, kendilerini hayatın diğer alanlarında da yeniden üretir, öteki mekanları da kendilerine benzemeye zorlarlar.
Dışarıya tamamen kapalı, özel yüzme havuzu, kafesi, spor salonu olan lüks konut sitelerini; bir hastadan ziyade bir misafirmişçesine karşılandığınız özel hastaneleri; eğitim kalitesinin önceliğinin yerini müşteri memnuniyetine bıraktığı üniversiteleri bir an hayal edin. İşlevler farklı ama bizlerde yarattığı duygu ve beklentiler aynı.
Sadece tek bir örnek üzerinde kısaca duracağım.
Üniversiteler, kentle kurdukları kapalı ilişkiler ve yarattıkları iç dünyalar ile AVM’lerin neredeyse birebir aynısıdır. Girişte sizi bir güvenlik görevlisi karşılar. Turnikelerden, kart basmadan geçemez, eğer ziyaretçiyseniz de, nazik bir şekilde danışma bankosuna yönlendirilirsiniz. İçeri girdiğinizde, sizi etkileyici bir boşluk karşılar. Göze ilk çarpan, kanepelere uzanmış ya da koltuklara oturmuş sohbet eden öğrencilerdir. Öğretim üyeleri, küçücük bir odayı en az üç kişi paylaşmaktan yakınır, dersliklerin, atölyelerin, laboratuvarların yetersizlikleri sürekli dile getirilirken, lüks restoranlar, marka kafe zincirleri, video oyun alanları etrafa serpiştirilmiştir. Eğitim verilen mekanları ise ortalıkta değillerdir ve bir yerlere gizlenmişlerdir.
Kurulan denklem çok basit: “Eğitim zor ve sıkıcı olmamalıdır, hele de parasını siz ödüyorsanız.”
Bitiş notu:
Bu yazı, “Herkesin Taksim'i” ve “Ortak ev” başlıklı diğer iki yazımla beraber bir üçlemenin sonuncusu. İlkinde kentin açık kamusal alanlarının ideolojik ve kültürel boyutlarıyla nasıl bir büyülenme mekanına dönüştüğünü, ikincisinde ise kapitalizmin, kentin tamamını nasıl bir tüketim nesnesi olarak kullandığını okuyabilirsiniz.