İçinde devinenlerin kararlarına, tercihlerine yön veren koşulların oluşturduğu, içinden çıkılmaz dairelerdir yapılar. Bununla birlikte yapıların tüm unsurları, söz konusu koşulları kendi varlıklarını pekiştirmek üzere yeniden biçimlendirmeye çalıştıkları için, koşullar, uzun dönemde yapısal değişikliklere neden olacak şekilde yeniden biçimlendirilmiş olur: İçinden ne yapsak da çıkamayacağımız dairelerin bünyeleri değişmiş olur; onları genişletmiş ya da topyekûn bir başka dairelerin içine düşmüş oluruz. Bu dönüşümde bütün unsurların payı olduğundan, herkes yaratmaya çalıştığı dönüşümle üste çıkmak istediğinden, müdahil olma arzusu çaresiz bir biçimde süreklilik kazanır, müdahale arzumuz değişim umudu tarafından daima ayakta tutulur. Bununla birlikte, yapı varlığını korudukça nihai olarak diğer unsurların iradeleri üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmak biçiminde tezahür edecek özgürlük arzusu, bir müdahil özneler hiyerarşisi olduğu yanılsamasını yaratır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, özellikle de müdahalenin kural halini aldığı günümüzde, yeryüzündeki her şeye hükmediyor görünen Amerikan Devleti’nin her şeye hükmediyor görünen başkanı Donald Trump’la, diyelim ki açlığa mahkûm edilen bir Afrikalıyı göz önüne alalım. Afrikalı ile Donald Trump’ın iradelerinin yapı karşısındaki acz derecesi sanıldığı kadar farklı değil. Aksini düşünmemize yol açan yanılsama, yapının (bizim durumumuzda ulusaşırı şirket kapitalizminin), kendisinin ajanı olması karşısında imtiyazlar biçiminde Trump’a bahşettiği gücün, Trump’ın gücü olarak görülmesinden kaynaklıdır. Oysa herkesin (çokluğun) zorba temsilcisi olarak yapının, unsurlarına bahşettiği tüm imtiyazlar, üstelik verildiğinden çok daha hızlı bir şekilde geri alınır. İstisnalar bir tarafa, yapıya aykırı davranan, daireyi ihlal etmeye kalkışan herkes derhal hizaya getirilir. Bu bakımdan örneğin Trump’ın keyfi gibi görünen çoğu kararını, bütün insanlığı temsil iddiasındaki ulusaşırı kapitalist finansal-askeri kompleksin işleyiş ilkelerine aykırı kabul etmek yanlış olacaktır. Yapının daha zayıf ama önemsiz olmayan diğer ajanı Afrikalı da Trump gibi yapıya karşı kınından kımıldayamaz, ancak daha az imtiyazla yaşar. Bu durumda, Trump ve açlığa mahkûm edilen Afrikalıyı benzer biçimde çaresiz kılan yapıya, bizzat ona ait (yapısal) krizlere, krizlerin yol açtığı her türlü trajedinin, felaketin kendiliğinden süreçlerin sonuçları olarak sunulmasına nasıl karşı koyacağız?
Örneğimizden devam edecek olursak, Trump gibi makro bir aktöre nazaran Afrikalı gibi mikro bir aktörün bütün bunları başarması daha muhtemeldir. Aksi durumun geçerli olduğu yanılsamasına kapılmamıza yol açan, yapısal dönüşümlerin zaman gerektirdiği gerçeğinin üzerinden atlamaya koşullanmış olmamızdır. Ne olacaksa bir an evvel olmalıdır, zira bıçak kemiğe dayanmıştır. Ama olmasını istediğimiz şey, istediğimiz zaman aralığında gerçekleşecek gibi değildir. Bu noktada mucizelerden, kurtarıcılardan medet ummaya başlarız. Hâlbuki mucize ya da kurtarıcı olarak öne sürdüğümüz (icabında Tanrılara kurban verilecek) aktörler geriye kalanlara göre çok daha kırılgandırlar, başarısız olma ihtimalleri çok daha yüksektir. Buna göre, dikiş tutmaz yapısal sorunların kaçınılmaz olarak zamana yayılacak çözümleri için, en vasat unsurların dönüşümünü hedeflemek daha akılcı olacaktır. İmtiyazlı azınlığın da görece imtiyazsız geniş kitleler gibi yapının taşıyıcıları olduğu kabul edilirse, elden geldiğince kimse yapısal dönüşüme kurban edilmemiş olur. Peki, imtiyazlıları kurban etme kurnazlığı (ki sonuçta tekil aktörler değişse de imtiyazlar sürekli kılınmış olur) bir kenara koyulup vasat olanın zamana yayılan dönüşümü hedeflenerek yapısal dönüşümün sağlanmasında hangi yol tutulacaktır, hangi yok daha emniyetli ve daha kestirme?
Kapitalistlere bakalım. Kapitalistler, herkes gibi dünyayı sürekli olarak çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyorlar. Toplumları büyük oranda istedikleri doğrultuda dönüştürüyorlar ama sonunda kendilerinin de tabi olduğu bir yapının imtiyazlı unsurları olmanın ötesine geçemiyorlar. Yani ne yaparlarsa yapsınlar, dünya sonunda onların istediği gibi bir yer de olmuyor. Ancak kapitalistleri çıkarları peşinde koşma kabiliyeti ile donatan temel tutum, vasatın iradesine koydukları güçlü ipotektir. Ekonomik ve politik kanallar vasatın iradesini esir almanın sağlam yolları olsa da iradenin bu kanalları geçersiz kılma kapasitesine karşı ideolojik formasyon ya da bilindik ifadesiyle eğitim kapitalistlerin, genel olarak imtiyazlıların temel dönüşüm aracıdır. Eğitim ya da ideolojik formasyon, hala yaygın olarak okullarda icra ediliyor olsa da kültürel yaşamın tüm unsurlarına (örneğin günümüzde daha çok televizyon, sinema, spor) dayandırılır. Yani kapitalist, yapının asıl taşıyıcısı olan vasatın dünyayı, kendimizi ve toplumu kavrayış biçimini istediği sınırlar içinde tutmanın, yapıyı istediği doğrultuda dönüştürmesinin olmazsa olmaz koşullarından biri olduğunu biliyor ve buna göre davranıyor. Bu bakış açısıyla, bilgiye erişimin gittikçe kolaylaşmasıyla, bilgiyi kendine mal etmeden yaşayabilen insanın yükselişinin koşutluğu anlaşılır hale gelmektedir. Örneğin kendisine bir yabancı dil öğrenmesini önerdiğiniz kişi, buna çok da lüzum olmadığını, yakın gelecekte makinelerin bu tür işleri yapacağını iddia edebiliyor. Yahut eğitim çağındaki çoğu genç, iyi bir eğitimin gerekliliğine bir türlü ikna edilememektedir; anne-babalar çaresiz. Dolayısıyla, eğitim (ideolojik formasyon), sadece yapının en imtiyazlı kesimi olan kapitalistler için değil, yapısal dönüşüm arzulayan tüm kesimler için hayati öneme sahiptir, çünkü yapı-özne geriliminde istisnai bir konuma sahiptir, daireyi genişletme potansiyeline sahiptir. Eğitimle dünyaya bakış açısı değişebilecek kişinin arzuları, iradesi farklılaştırılmış olur.
Bilginin kaçınılmaz demokratikleşmesine, kapitalizmin verdiği tepki, vasatın bilgiyle ilişkisini, onu sadece bilginin tüketicisi kılacak eğitim süreçlerini (ideolojik formasyonu) geçerli kılarak dönüştürmek olmuştur. Üniversite kurumunda bilimin teknik bilgiye, bilimciliğin meslek olarak icra edilmeye mahkûm edilmesi yükseköğretimde istenenin gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Ortaöğretim, yani lise ise topyekûn çökertilmeden amaca ulaşmak mümkün olmadığından, imtiyazlı kesimlere özgü olduğu zamanın çok gerisine düşürülmüştür. Kadim dillerin ve en az iki dilin okuryazarlık seviyesinde, temel bilimlerin, tarihin ve edebiyatın münevverlik düzeyinde bir birikime denk gelecek şekilde öğretildiği bir liseden, az sayıda kurum dışında geriye bir şey kalmamalıydı, zira sermaye birikiminin ve teknolojik gelişimin mevcut seviyesi, söz konusu eğitim düzeyiyle kapitalistlerin hiç de arzulamayacakları bir yapısal dönüşüme yol açmaya açıktır. Eğitim bu denli pespaye hale getirilip gençler bu denli çaresiz kılınmasa, hizmetler sektörü ekonomik faaliyetinin yarısından fazlasına denk gelen bir ekonomide, yaşamının baharında kız çocukları, erkek çocukları lokanta kapılarında cazgırlığa, komiliğe, garsonluğa, market zincirlerinde, çağrı merkezlerinde, fabrikalarda, özel sağlık ve eğitim kurumlarında köleliğe, aşağılanmaya nasıl ikna edilirlerdi. İnsan, şu ya da bu yaşta, şu ya da bu biçimde yaşamını elbette kazanacaktır, ama bunca genç ömrün, böyle pervasızca israf edilmesi kabul edilebilir değildir. Lise çöktüğü için üniversite de çökmüştür. Lise mezunlarının çoğu kelimenin bildik manasında okuduğunu anlamamakta, Türkçe yazı yazamamaktadır. Yabancı dille eğitim verenler de dâhil (istisnaların üzerinde durulmamalı) hiçbir okul yabancı dil öğretememektedir. Temel bilimler, iyi gerçekleştirildiği durumlarda en fazla belletilmiş, ezberletilmiş oluyor. Analitik düşünme kabiliyetini geliştirmek için zaman yok, gençlerin ivedilikle kendilerinin de bilmedikleri bir yerlere yetiştirilmeleri gerekiyor. “Hap bilgi” diye bir kavramın boy vermesinde herkes için utanılacak bir yan olmalı. Ucuz mal satan bir marketler zincirinin raflarında “100 Temel Eserin Özeti” gibi birkaç yüz sayfalık temel bir esere denk gelince, kapitalistler için durumun vahametini bir kez daha kavramış oldum. Geleceklerinden bu kadar korkmasalar, bu toplumun çocuklarına karşı bu denli kıyıcı olmazlardı.
Sermaye birikiminin içinde bulunduğumuz aşamasında eğitime yapılacak radikal müdahalelerin yapısal dönüşümlere yol açması kuvvetle muhtemel. Yapının imtiyazlıları olan kapitalistler dışındaki kesimler, demokratikleşmesi kaçınılmaz olan bilginin bireye mal edilmesi için bütün eğitim rejiminde gerçekleştirilecek dönüşümleri talep edebilirler. Bunun için mevcut eğitim rejiminin sorunlarının nasıl çözüleceği sorusundan ziyade, muhayyel gelecekteki toplumun eğitim rejiminin nasıl olacağı sorusuna odaklanmak daha makul. Bu çerçevede robot teknolojisindeki, yapay zekâ teknolojisindeki gelişmelerin üretimi baştan ayağa dönüştüreceği, insanın her düzeyde tasarım işiyle daha meşgul bir varlık olacağı kestirilebilir. Bu durumun meslek edinmeyi daha tali kılarken entelektüel-kültürel birikimi, temel bilimler eğitimini, analitik düşünme kabiliyetinin geliştirilmesini genel olarak eğitimin öncelikleri arasına sokacağı beklenebilir. Bu doğrultuda eğitim süresinin gittikçe uzamasını da beklemeli. Yani toplumlar fertlerinin eğitimi için çok daha büyük kaynaklar tahsis edecekler, eğitim gittikçe etkileşimli (atölye benzeri derslik ortamı) hale gelecek. Bu beklentilerle Türkiye (benzeri ülkeler) için şöyle bir model önerilebilir: Okumanın ve hesabın öğretildiği üç sene sürecek ilkokuldan sonra, dil eğitimine ve her düzeyde temel eğitime başlanan üç sene sürecek ortaokul, sonrasında analitik düşünme kapasitesinin, her düzeyde okuryazarlığın kazandırıldığı, dil kabiliyetinin çeşitlendirilmeye başlandığı üç sene sürecek lise eğitimiyle ortaöğretim (tümü 9 senede) sonlandırılır. Mevcut üniversiteler, dokuz sene sürecek ortaöğretimden sonra merkezi sınavla öğrenci almayı sürdürecekler, ama bu eğitim, yine bu kurumlar bünyesinde verilecek asıl üniversite ve meslek eğitiminin önkoşulu olacaktır. Böylelikle hâlihazırda yüksek liselere dönüşmüş olan üniversiteler bu işlevi gerçekten idrak etmiş olacaklardır. Üniversiteler, ortaöğretim sonrası bu dört senelik eğitimden sonra kendi usullerine göre öğrenci kabul edeceklerdir. Asıl üniversiteye girmeye hak kazanmış her üniversite öğrencisine, yaşamını idame ettirecek kadar maaş tahsis edilmelidir. 3-4 sene sürecek asıl üniversite eğitiminden sonra, isteyene yüksek lisans ve doktoraya devam hakkı tanınmalıdır. Böylelikle öğrenci ve hocanın maruz bırakıldıkları cendereden kurtulmak mümkün olacağı gibi, büyük bir zaman israfına dönüşen eğitimin, kapitalist taassuba karşı dönmesi ihtimali güçlendirilmiş olur. Naçizane geleceğimiz üzerine eğitimi esas alarak daha fazla düşünmek, kapitalizme karşı yeni eğitim modelleri önermek gerektiği kanaatindeyim.