Kapitalizmin insafsız portresi: Pandemi Zayiatı
Pınar Öğünç’ün Duvar Medya Vakfı'nın desteğiyle kaleme aldığı 'Pandemi Zayiatı' yayımlandı. Kitap, emekçilerin pandemi sürecinde yaşadıklarını ve kapitalizmin insafsız portresini ortaya çıkarıyor.
Pınar Öğünç, yazmaya başladığından beri emek-sermaye çelişkisini kendine dert edinen, meseleye her daim emekçilerin, yoksulların, sömürülenlerin gözünden bakan bir yazar. Gerek haberlerinde ve gazete yazılarında, gerekse de kurgu metinlerinde ezen-ezilen ilişkisini odağa alan çalışmalarında, hem burjuva basının bu meseledeki siyasi ve ahlaki tavrını alaşağı eden yaklaşımıyla hem de edebiyat dünyasındaki “küçük burjuva okur”u gülümsetmesi ümidiyle üretilen metinlere sırt çevirerek, kapitalizmin insanları ne hale getirdiğini irdeleyen öyküleriyle “kalem işçisi” sıfatını hak eden bir isim.
İlk bölümünde, pandeminin başladığı günlerde Gazete Duvar’da yayımladığı yazılarında, bahse konu olan süreçte emekçilerin konumunu, yüz yüze kaldıklarını doğrudan anlatan Öğünç, aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra aynı kişilerle tekrar bir araya geldi. İkinci bölüm diyebileceğimiz bu görüşmelerde, emekçilerin bu bir yıl içinde ne yaşadıklarını aktaran Öğünç, İletişim Yayınları’ndan çıkan 'Pandemi Zayiatı' adını verdiği kitapla tarihin kaydını tuttu. Bir arada sunulan her iki metin, herkesin köşesine çekildiği, “can derdi”ne düştüğü fakat çarkların işlemeye devam ettiği dönemde, kapitalizmin insafsız portresini çıkarıyor.
Akşamüstü yayımlanan tablolarda yalnızca bir rakam olarak temsil edilen fakat o küçük kutucukta kendini asla “yok yazdırmayan” işçiler, holdinglerin, uluslararası şirketlerin kârını arttırdığı, parasına para kattığı bu dönemde üretime devam etmek zorunda kaldı. Öğünç, böylesi bir dönemde, yoksulların yaşadıklarını anlatarak, muhatabı olduğumuz sistemin açmazlarını, ne derece zalim olduğunu gözümüze sokuyor.
Bu hususta birinci tekil anlatımı tercih eden ve yaptığı görüşmeleri mülakatın dışında tutarak kahramanı önceleyen üslubuyla odağa alan Öğünç, “hikâye”sini aktaranla aramızdaki mesafeyi kaldırıp atıyor. Dolayısıyla form olarak bakıldığında, bir belgesel-anlatının alımlayıcısı konumuna yerleştiriyor okurunu. Yaşananlar direkt olarak kameraya anlatılıyor. Dördüncü duvar yerle yeksan ediliyor ve özdeşleşme bir olasılıktan ziyade bir zorunluluğa bürünüyor. Bütün bu aktarımın neticesinde okur, farklı iş kollarında çalışan ve temelde aynı çarkın dişlilerinden olan insanların, sömürülme biçimlerinin aynılaştığını anlıyor.
Öğünç, bu çalışmayı yaparken pandemi şartlarını öncelemiyor. Sanki pandemiden önce her şey yolundaymış da kapitalizm çok güllük gülistanlıkmış gibi bir sonuç çıkarmıyor. Ortaya konulan metinlerin kıymeti de tam olarak bu noktada yatıyor. Zira pandeminin başında yapılan “Kapitalizm yıkılıyor mu?” tartışmalarının, sahici bir zeminde yapılmadığı ortaya çıkıyor. Krize girdiği her ortamdan gücünü arttırarak çıkan bu sistem, geçmişte olduğu gibi bugün de kendi özgül koşullarından işçilerin kanını emerek çıkmayı başarıyor. Çarklar hız kesmeden dönmeye devam ediyor.
Gazeteci gerçeği anlatır. Temelde bağlı kaldığı şey, gerçekliğin kendisi, gerçeğin taşıdığı bilginin nesnelliğidir. Pandemi döneminde işçilerin yaşadığı sorunlara dair pek çok haber görmüş, duymuşuzdur. Bizzat yaşamışızdır da… Öğünç, bir öykücü olmanın kendisine kattığı hünerle bu gerçekliğe, bilginin okura sunduğu bu bilince ek olarak kelimelerin duygusal karşılıklarını da çıkarıyor. Bugün herkes, insanların bu kötü şartlarda çalışmak ve sistemin devamı için ulaşım araçlarıyla sıkış tepiş işe gidip gelmek zorunda olduğunu biliyor. Öğünç, tam da bu noktada devreye giriyor ve yaşanılanların okurda bir duygusal karşılık yaratmasını istiyor. Tıpkı Vietnam Savaşı’nın vahşetini tüm dünyaya ilan eden o infaz anının fotoğrafı gibi pandemi koşullarında artı-değer yaratan işçilerin fotoğrafını çekiyor. Nasıl ki o dönemde, bu savaşa dair daha güçlü bir birlik oluşturulup düşman püskürtüldüyse, bugün, yaşanan bu savaşa, sömürü savaşına dair bir şeyler yapmak da bizim elimizde. Öyle değil mi?