Geçen hafta, önümüzdeki dönemde küresel politik ekonomiği şekillendirecek temel dinamiklerden bahsederek, sanayi politikalarının geri dönüşüne işaret etmiştim. Bu hafta aynı konu üzerinde biraz daha detaya inerek durmak istiyorum. İki bağlamda konu derinleştirilebilir. İlki jeopolitik bağlam, ikincisi yapısal bağlam. Bu yazıda ikinci üzerinde biraz daha fazla duracağım ancak önce ilkine kısaca değinmek istiyorum.
JEOPOLİTİK BAĞLAM: ABD ÇİN’E KARŞI!
Sanayi politikalarının geri dönüşünün jeopolitik gelişmelerle ilgisi şu: ABD, Çin’den gelen ekonomik rekabete karşı geliştirdiği çeşitli adımların bir parçası olarak sanayi politikalarını yeniden uygulamaya koyuyor. Biraz geriye gidelim: ABD’nin 1945 sonrası dönemdeki ekonomik ve teknolojik üstünlüğüne 1970’li yıllara gelindiğinde özellikle Japonya ve Almanya kökenli firmalar tarafından meydan okunmaya başlanmıştı. Özellikle otomotiv sektöründeki Japon firmaları geleneksel ABD markalarını zorlayarak pazar paylarını artırmayı başardılar.
Otomotiv sektöründe geriden gelenlerin ileridekini yakalayıp geçmesi örneğini günümüze uyarlarsak şunu görebiliriz: Otomotiv sektörünün elektrikli araç üretimine geçecek şekilde yeniden yapılandırılması, keskin rekabetin yaşandığı yeni bir alan. Bu geçiş sürecinde, özellikle sürecin farklı aşamalarını birleştiren ileri ve geri bağlantıların kurulmasında Çin’in uzun süredir uyguladığı strateji meyvesini vermiş ve elektrikli araç üretiminde Çin’li firmaların rekabet avantajı elde ettiği görülmüştür.
Bu somut örnek, farklı sektörler için de genişletilebilir. Kısacası, sanayi politikalarının geri dönüşünün ilk bağlamı, ABD'nin ve ABD’li firmaların teknolojik ve ekonomik liderliğini sürdürme çabasıdır. Bu nedenle, yerli üretim kapasitesinin artırılmasının bir ulusal güvenlik konusu olduğunu savunan yaklaşımlarla karşılaşmak mümkündür.
KAPİTALİZMİN GÜNCEL KRİZ DİNAMİKLERİ
İkinci olarak, daha uzun dönemli eğilimler açısından baktığımızda sanayi politikalarının geri dönüşü, kapitalizmin güncel kriz dinamikleriyle ilişkilendirilerek anlaşılabilir. Bu konuyu açmak için Giovanni Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl kitabında detaylandırdığı ‘sistemik birikim döngüsü’ yaklaşımından yararlanabiliriz (bu yaklaşımın değerlendirmesi için şu makaleye bakılabilir). Arrighi’ye göre küresel politik ekonominin uzun dönemli eğilimlerine baktığımızda, maddi genişleme (material expansion) ve finansallaşma dönemlerinin birbirini takip ettiğini görebiliriz.
Maddi genişleme aşaması, teknolojik yenilikler ile emek üretkenliğinin ve nihai üretimin artması ile tanımlanabilir, yani üretim bu aşamanın odağıdır. Finansallaşma aşaması ise ‘sonbahar’ işaretidir. Maddi genişleme sonrasında gelen ve ekonominin ağırlık merkezinin üretimden finansa ve spekülatif yatırımlara kaymasını gösteren bir gelişmedir. Bu aşamada ekonomik büyüme yavaşlar, kârlılık azalır ve 2008’de gördüğümüz gibi finansal krizler riskleri ve kırılganlıkları açık bir şekilde ortaya koyar.
Arrighi, bu sistemik birikim döngüsünü küresel ekonomi ölçeğinde ele alıyor ve bu sistemik birikim döngülerine hegemonik devletlerin yükselişi ve gerilemesini de ekliyor. Bu bağlamda düşünürsek, ABD’nin sanayi politikalarına geri dönüşü ilginç hale geliyor. Zira esasında Çin, dünyanın atölyesi olmasının yanında, sanayi politikalarını uzun süredir uyguladığı için şu an bazı sektörlerde ABD ile rekabet edebilir hale geldi. Buna karşın ABD finansal sistemi, halen ABD hegemonyasının sürmesinin temel taşıyıcı kolonlarından birini oluşturuyor.
Yani Arrighi’nin yaklaşımına göre ABD finansallaşmanın merkezi olması nedeniyle ‘sonbaharı’, Çin ise maddi genişleme aşamasını simgelemesi nedeniyle kapitalizmin gelecek yüzünü temsil ediyor olabilir. Ancak mevcut bu manzaraya ABD’nin sanayi politikaları aracılığıyla müdahale etmesi, maddi genişleme evresinin Çin ile sınırlı kalmadığı bir kapitalizme geçiş anlamına da gelebilir. Bu konu üzerinde daha fazla durmayı gerektiriyor.
KARŞI EĞİLİMLER
Bu resme geçen hafta aktardığım başlıklardan olan dijitalleşme çabalarını ekleyebiliriz. Dijitalleşme çabaları, esasında kapitalizmin alamet-i farikalarından olan emek üretkenliğinin pek çok kapitalist merkezde düşmeye devam ettiği bir dönemde ortaya çıktı. Ancak bu sorun dijitalleşme ile çözülebilecek türden değil. Zira üretim süreçlerine yapay zeka ve robot teknolojilerinin entegrasyonu anlamına gelen dijitalleşme, emekten tasarruf eden teknolojinin gelişmesi anlamına gelecek.
Yani dijitalleşme çabaları bir yandan düşen üretkenliği artırmak için bir çare olarak görülüyor. Bu anlamda maddi genişleme aşamasının yeniden canlandırılmasına hizmet eden bir gelişme olarak görülebilir. Ancak diğer yandan dijitalleşme çabaları işçilerin üretim sürecinden dışlanmasını hızlandırdığı ölçüde kapitalizmin kârlılık ya da eksik talep sorunlarına çözüm bulmaktan uzaklaşıyor. Bu bağlamda, özellikle ABD’de geri çağırılan sanayi politikaları, öncekilerden farklı olarak istihdamı artıran değil, istihdamdan tasarruf eden bir maddi genişleme evresini başlatabilir.
Benzer şekilde, yine geçen hafta ele aldığım yeşil dönüşüm girişimleri de maddi genişleme aşamasına geri dönüşün bir başka yolu olarak görülebilir. Zira piyasa mantığına bırakılmış yeşil dönüşüm çabaları dahi muazzam miktarda altyapı yatırımları ve üretim teknolojisinin değişmesi anlamına geliyor. Bu da kapitalizmin kriz eğilimlerine karşı bir eğilim olarak çalışabilir.
Kısacası, sanayi politikalarına geri dönüş, sadece ekonomi yönetiminde kullanılan araçların çeşitlendirilmesi anlamına gelmiyor. Aynı zamanda bu sürecin birbiriyle iç içe geçmiş jeopolitik ve yapısal bağlamları da var. Ve özellikle yapısal bağlam açısından değerlendirdiğimizde, kapitalizmin kriz dinamiklerine karşı geliştirilen güncel karşı eğilimler olarak ele alınabilir.
Önümüzdeki haftalarda bu konuyu farklı boyutlarıyla ele almayı sürdüreceğim.