Kapka Kassabova'dan karşıya geçebilme ihtimalinin hikâyesi

Kapka Kassabova’nın kitabı 'Sınır', SaltOkur Yayınları tarafından yayımlandı. Kapka Kassabova kitapta, sınır denilen şeyin içimizde taşıdığımız bir şey olduğunu, hiçbirimizin sınırlardan kaçamayacağını ve sınır bölgelerinde yaşanan mücadeleyi anlamak için sınır insanlarının yüzlerine bir defa bakmamızın yeterli geleceğini anlatmış.

Abone ol

SaltOkur Yayınları tarafından yayımlanan ‘Sınır’, Kapka Kassabova’nın Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye arasındaki sınırlara gerçekleştirdiği yolculuğun edebiyata bir aksi niteliğinde. Seda Çıngay Mellor’un çevirisiyle ve ‘Avrupa’nın Kıyısına Yolculuk’ alt başlığıyla raflarda yerini alan kitap, geçim dertleriyle, yaşam hikâyeleriyle, hem kişisel hem toplumsal mücadeleleriyle sınır insanlarının portresini çiziyor. Kassabova, tarihle ve mitolojiyle iç içe bir anlatı meydana getirerek kitabını alışılmış seyahatname yazıcılığının ötesine taşımış.

Kapka Kassabova, şair ve romancı kimliğinin yanında ‘kurgu dışı anlatı’ türünde dört kitabın müellifi. Sofya’da doğan ve topraklarından ayrılarak ailesiyle birlikte Yeni Zelanda’ya göç eden yazar, 2005 yılında İskoçya’ya yerleşmiş. Yurdundan kopmanın verdiği noksanlık hissiyle idame ettirmiş yaşamını. Gezi türünde yazdığı kitaplar, çok yönlülüğüyle benzerlerinden ayrılıyor. Bu özgünlüğün temelinde yazarın içinde taşıdığı noksanlığın ve bu noksanlığın sağladığı farklı bakış açısının olduğunu söyleyebilirim. Nitekim ‘Sınır’ın başarısına baktığımızda, Saltire Scottish Book of the Year Ödülü’ne, British Academy Al-Rodhan Prize for Global Cultural Understanding Ödülü’ne ve Stanford-Dolman Travel Book of the Year Ödülü’ne layık görülerek hakkı teslim edilmiş bir çalışma olduğunu görüyoruz.

DİĞER TARAFTA YENİDEN DOĞMAK

“O zaman ve şimdi karşıya geçmeyi başaramayanlara ithaf edilmiştir” diyor Kassabova kitabı için. Böylece henüz kitabın başında sınır bölgelerinde yaşayan insanların yersizliğine yurtsuzluğuna, mücadelesine temas ediyor. Yine kitabın hemen başında yer alan epigraf da dikkate değer. Kassabova’nın Esma Redzepova’dan alıntıladığı “İnsanlar bu dünyada yalnızca misafir olduğumuzu, buraya çıplak geldiğimizi ve boş ellerle ayrıldığımızı unutuyor” cümlesi, sınırları kendi ellerimizle yarattığımızın altını çizmekte.

Kassabova’yı bu kitabı yazmaya ve bu geziyi gerçekleştirmeye iten dürtü, çocukluğunun yasaklı yerlerini, sınır köylerini ve kasabalarını, dağları, ormanları, pınarları görme arzusu. Sofya’da doğan ve ondan hızlıca ayrılan yazar, bir ‘dönüş’ten ziyade ‘keşif’ gezisi gerçekleştiriyor. Çünkü onun için ayak bastığı yerler hiç de tanıdık değil. Onu bu sınır yolculuğuna iten sebeplerden biri de ‘sınırsız bir bölgede’ yaşıyor oluşu. İskoç kırsalında yaşayan Kassabova, İskoç dağlıklarının kabaca dümdüz edilişini seyrederken memleketi Balkanlar’ın dış kenarlarını merak etmeye başlamış.

‘İnsana kalp krizi geçirtecek kadar güzel’ yerlerden geçtiğini söylüyor Kassabova. Fakat bu yerler yalnızca yerli halk ve botanikçiler, kuşbilimciler, kaçakçılar, kaçak avcılar ve yolunu kaybedenler tarafından ziyaret edilmekte. Öyleyse bu yerleri tarihe kim kaydedecek? Botanikçiler yahut kaçakçılar mı? Yalnızca varlığından haberdar olduğumuz şeylerin ‘var olduğunu’ kabul ettiğimizi düşündüğümüzde, adım atılmayan sınır bölgelerinin ‘unutulmaya’ yazgılı bir kaderi olduğunu görüyoruz. “Tarihi muzafferler yazar derler ama bana öyle geliyor ki tarih herkesten çok orada olmayanlar tarafından yazılıyor, ki bu ikisi aynı şey olabilir” (s. 16) diyen Kassabova, üzerine düşenden fazlasını yapıyor kitabında. Onun hem bir seyyah hem bir yazar hem de sade bir ‘insan’ tavrıyla hareket ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Yazarın Istıranca Dağları’nın kıyısında başlayan yolculuğu, Trakya’nın sınır ovalarıyla devam ediyor ve Rodop Dağları’nın geçitlerinin ardından yeniden Karadeniz’de sonlanıyor. Kassabova sınır insanlarının hikâyelerine odaklanmış, fakat gezdiği bölgeler hakkında verdiği bilgiler de dikkate değer. Tanıştığı insanlarla olan diyaloglarını, onlarla kurduğu ilişkileri kaydeden yazar, bir yandan da yeni kelimeler öğrenmeye, gezdiği yerlerle ilişkili kelimeleri okuruna da sunmaya ve tarihle, mitolojiyle örülü hikâyeler anlatmaya çalışmakta. Böylece ‘Sınır’, okur için yalnızca sıradan bir gezi kitabı niteliği taşımıyor. Yazarın yer yer ‘günlük’ havasında kaleme aldığı sayfalar, aktardığı ilgi çekici mistik hadiseler ve Yunan, Bulgar yahut Türk olsun aslında herkesin birbirine ne kadar yakın olduğunu vurguladığı satırlar, anlatının cazibesini artırmakta.

Sınır-Avrupa’nın Kıyısına Yolculuk, Kapka Kassabova, Çev. Seda Çıngay Mellor, 405 syf., SaltOkur Yayınları, 2020.

Kassabova kitabında birçok defa sınırın ne olduğuna dair çıkarımlarda bulunmakta. Özellikle milliyetçilik ideolojisinin altını çizmekte. Bu bağlamda, genel bir tabirle, sınırlar bir milleti diğerinden ayırmak için vardır. Öte yandan, Kassabova için sınır denilen, sözlük tanımlarının yetersiz kaldığı yerde, “bunun gibi bir yere gelene dek farkında olmadan içinizde taşıdığınız şey”dir. (s. 21) Yazar burada o ânda bulunduğu yeri, yani sınır bölgelerini kastediyor elbette. Onun sınırla ilgili çarpıcı ifadelerini de aktaralım:

“Sınır bölgesine bir kere yaklaştınız mı kendinizi kaptırmamanız, birtakım şeytanları çıkarmayı ya da bazı şeyleri ihlal etmeyi istememeniz imkânsızdır. Sınır, sırf orada olduğu için başlı başına bir davettir. Hadi gel, diye fısıldar. Şu çizgiyi aş. Cesaretin varsa. Çizgiyi aşmak, ister günışığında olsun, ister gecenin örtüsü altında, korkuyla umudun karılıp birleştirilmiş hâlidir. Ve bir yerlerde yüzü görünmeyen bir kayıkçı bekler. İnsanlar sınırları geçerken, hatta bazen sırf sınırın yakınlarında oldukları için ölür. Şanslı olanlar, diğer tarafta yeniden doğar.” (s. 13-14)

HEPİMİZ BİRER MÜLTECİYİZ

Kitaptaki ayrıntılara baktığımızda, dikkat çeken ilk unsur yazarın eklediği harita. Genel hatlarıyla yaptığı geziyi bu haritadan takip edebiliyoruz. Sonra, açıklaması yapılan kelimeler göze çarpmakta. Kassabova seçtiği kelimelerin açıklamalarını vermiş, ardından bu kelimelerle ilişkili hikâyelere, hadiselere, mekân tasvirlerine geçmiş. Yazarın ele aldığı ilk kelime ise ‘sınır’.

Kassabova, türlü meseleleri türlü örnekler üzerinden inceliyor kitabında. Yunan, Bulgar yahut Türk olsun, bu insanların özelliklerini, yaşam şekillerini, adetlerini, geçim kaynaklarını, mücadelelerini... Hem tarihten hem de yaşadığı, tanık olduğu ândan örnekler veriyor. Böylece hem meselelerin okurun zihninde kalıcılığı artıyor hem de yazılanlar okura daha hızlı nüfuz ediyor. Gelgelelim, bölgeler arasında ortak bir nitelik var elbet: Mücadele ruhu. Aslında hepimizin birer mülteci olduğunu vurgulayan Kassabova, özellikle sınır insanlarının yaşam mücadelesi, geçim telâşı ve terk edildikleri kader üzerinde durmuş. Örneğin, ‘Vadideki Köy’de, belediye başkanının bahçesinde işçi sınıflarının mücadelesi için birleşmiş bütün ilerici güçlerin çok yaşamasını dileyen bir tabela gördükten sonraki izlenimlerine bakalım:

“Tam da doğru gitmesi gereken yönleri ters gitmiş bir ütopya, bir dakikalık saygı duruşunu ve üstünde bol bol düşünülmeyi hak eder. Söz konusu ütopya burada her yerde olduğundan daha da fazla ters gitmişti, bölge sakinlerinin genellikle savaşlarda tecrübe edilen bir şeyi kavramasının sebebi de buydu: Müşterek gönül kırıklığı. Vadideki Köy’de salon sosyalistleri yoktu, globalizm karşıtları, antikomünistler, antikapitalistler yoktu. Sadece hayatta kalanlar vardı.” (s. 39)

Anlatıda tarih sahnesinden tanıdığımız kişiler, mekânlar, efsaneler, türlü göndermeler, hatta aşina olduğumuz isimler de bulunmakta. Evliya Çelebi, bu durumun iyi bir örneği. Kassabova Drama’dayken şunları söylüyor: “Yakın dostumuz seyyah Evliya Çelebi 1667’de, ‘Buraya gâvur Hıristiyanların dilinde Dırama deniyor,’ diye yazmış. ‘Dırama’nın kumaşları meşhur, bu kumaş ovada yetiştirilen çeşitli pamuklardan elde ediliyor. Bu şehir tek kelimeyle göneniyor. Allah korusun Dırama’yı!’” (s. 281-282)

Kassabova, bazen açıklamasını yaptığı kelimeler üzerinden bazen de bulunduğu yerlerin tarihinden bahsederken yararlanıyor mitolojik unsurlardan. Onları kullanış şekli ise anlatının içinde ayrıca bir hikâye anlatılıyormuş hissi yaratmıyor. Aksine anlatının ruhunun bir parçası gibi görüyoruz bu unsurları. Yazar temel meselemiz olan ‘sınır’dan bahsederken bile tanrılara atıfta bulunmakta: “Sınırları aşmak, tanrılar için bile güvenli değildir, nerede kaldı ki ölümlüler için güvenli olsun.” (s. 20) Bununla birlikte Kassabova’nın tamamen öznel sayılan deneyimlerini de paylaştığına ve bulunduğu yerlerin atmosferini onda uyandırdığı hislerle birlikte tasvir ettiğine şahit oluyoruz. Bu duruma iyi bir örnek olarak şu cümlelerini gösterebilirim: “Tarih öncesi insanı değilim ama Karadeniz sahilindeki bir şey bana ebedi dönüş hissi veriyor, kendi çapımda. Tam şu anda, iğneye benzeyen bir kayalığın tepesinde duruyorum. Önümde Karadeniz, arkamda Istrancalar, aynı ışığın yukarıdan baktığı iki farklı tür yabanıllık. Sivri burun korunağına sığınmış uykulu İğneada.” (s. 370)

Son olarak, yazarın dinledikleri ve öğrendiklerine karşı tavrından bahsedelim. Kassabova’nın diyaloga girdiği insanların fikirlerini objektif bir bakışla kaydettiğini söylemek mümkün. Bununla birlikte, bu çoksesli ortamda esprili karşılaştırmalar yer aldığı gibi(1) farklı milletlere mensup okurların farklı tepkiler verebileceği ifadeler de mevcut. (Özellikle sınır bölgelerinde yaşanan hayatta kalma mücadelesi ve memleketlerinden sürülen/yeni yerlere adapte olmak zorunda bırakılan insanlar mevzubahis olduğunda.) Kassabova’yla konuşan, ona deneyimlerini anlatan insanların objektifliği elbette tartışılabilir. Bu noktada karar okurundur.

‘Sınır’, okurunu uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Bahsi geçen bölgeleri, dağlarıyla, ayazmalarıyla, gizemli ormanlarıyla; yerel halkları ise efsaneleriyle, inançlarıyla, diğer kültürlere bakış açılarıyla tanıyoruz. Balkan Savaşları’nın zamanında verimli olan toprakları nasıl etkilediğini, insanların belirli köşeleri yurt edinmek için âdeta bir koşu yarışına girdiğini öğreniyoruz. Kapka Kassabova, sınır denilen şeyin içimizde taşıdığımız bir şey olduğunu, hiçbirimizin sınırlardan kaçamayacağını ve sınır bölgelerinde yaşanan mücadeleyi anlamak için sınır insanlarının yüzlerine bir defa bakmamızın yeterli geleceğini anlatmış. Karşıya geçebilmek ve geçememek arasında da oldukça keskin ve acımasız bir sınırın var olduğunu hatırlatmış bizlere. Aynı zamanda kültür tarihine nitelikli bir katkıda bulunmuş. Yazarın kitabın sonunda yer alan teşekkür metnini noktaladığı cümleler, bu kitabın bir sınır hikâyesinden çok öte olduğunu açıkça gösteriyor:

“Ama her şeyden önce, beni içeri alan sınır halklarına, hem ölmüş hem de sağ olanlarına bütün kalbimle teşekkür etmek istiyorum. Sınırın hikâyesi için araçlar değildiniz. Hikâye sizsiniz.” (s. 405) 

Dipnot

  1. Bir örnek: “‘Türk erkekleriyle Yunan erkeklerinin farkı nedir?’ diye lafa karıştı Ventsi. Artık kasabadan çıkıyorduk. ‘Yunan karısıyla evlenir. Türkse karısının ailesiyle.’” (s. 146)