‘Kaplancı’lardan ‘derin tarih’çilere: Tencere tava hep aynı hava
Türkiye’de İslamcılaşma ve siyasal gericilik, laik sembollere karşı girişilmiş gösteriş savaşlarına dahil olmakla aşılabilecek bir sorun değildir. Geçmişte ‘tahta tüfekli Kaplancılar’ Atatürk kuklası asarken de değildi, bugün ‘derin tarih’çiler yatak odası hikâyeleri uydururken de…
Cemalettin Kaplan’ı hatırlar mısınız? Nam-ı diğer
‘Karases’i?
80’li ve 90’lı yıllar boyunca, Almanya’da, bir günlüğüne
kiralanmış spor salonlarında ucuz teatral gösterilerle hilafet
devleti ilan eden; çubuk ve çaputlarla yapılmış Atatürk
maketlerini, “Kemalist devlet yıkılacak elbet” sloganları eşliğinde
idam ettiren; Anadolu’da er geç şeriatla yönetilecek bir devlet
kurma vaadinde bulunan Cemalettin Kaplan’ı?
Cemalettin ‘Hoca’ Erzurum İspirliydi. Cumhuriyetin ilanından üç
yıl sonra doğmuştu. Okumadı. Kuran kurslarında ve yarı gizli
Erzurum ‘medrese’lerinde hafız oldu. İlerleyen yıllarda ilkokul ve
liseyi dışarıdan bitirip ilahiyat fakültesine girdi ve 40
yaşındayken Ankara İlahiyat’tan mezun oldu. Bir yıl sonra Adana
Müftüsü olarak atandı ve 15 yıl müftülük yaptı. 12 Eylül’den sonra
yurtdışına çıktı ve 1983’te gittiği Almanya’da “İslam Cemiyetleri
Birliği”ni ilan edip 1995’teki ölümüne kadar da faaliyetlerini bu
ülkede sürdürdü. 1992’de “Anadolu Federe İslam Devleti”ni ve kendi
halifeliğini ilan etti. Kiralık spor salonlarının parke zemininde,
tahta tüfeklerle oraya buraya koşturup Anadolu’ya şeriat getirmeye
yemin eden sakallı şalvarlı müritleri, ‘ana akım’ medyanın haber
bültenlerinden eksik olmazdı. Bir ‘gösterge’ insanıydı. "Dine
aykırı" diye soyadı kullanmaz, temsilen astırdığı Atatürk
kuklalarına mutlaka melon şapka taktırır, bir kısmı solculardan bir
kısmı stat tribünlerinden çalınmış sloganlarla “laik rejime meydan
okur”du. Nihayetinde siyasal İslam’ın tüm fraksiyonları için
geçerli olan o biçimsizlik ve eklektizm, onun hayal gücüyle
birleşip “Federe İslam Devleti” şahsında bir ucubeye
dönüşüyordu.
.
Bu haliyle ‘müesses nizam’ın tam da istediği gibi bir
‘düşman’dı. Sembolik ve faydasız müsamereleriyle, yine sembolik ve
faydasız bir hassasiyeti kaşıyor; kukla asmakla yıkacağını vaat
ettiği “laik diktatörlük” ve kendi eylemiyle kışkırttığı “mollalar
İran’a” bakışlarına hapsolmuş bir gerilimi büyütüyordu. Türkiye’nin
12 Eylül’le birlikte son sürat girdiği İslamcılaşmasının asıl
aktörlerini gizleyen, hatta onları ‘yobazlarla mücadele eden
laikler’ gibi gösteren yanılsamalardan birini de üretiyordu
böylelikle. Türkiye toplumunun 12 Eylül sonrasında neoliberal
yeniden kuruluşu ve bir “ılımlı İslam kapitalizmi” ile küresel
sisteme entegrasyonu sürmekteyken son derece faydalı bir işlev… Bu
dizayna direnç gösterebilecek kesimlerin etkisizleştirilmesi, işçi
sınıfının politik gücünden arındırılarak kentlerin etrafına
yığılmış örgütsüz ve ucuz işgücü ordusuna dönüştürülmesi; sol
siyasetin ve solcu aydınların, genellikle karikatür düzeyde zuhur
eden bu dinbaz seremonilerle kaşınmasını (da) gereksiniyordu.
Emeğin toplumsal örgütlülüğünü ve topluma bakıştaki modern sınıf
perspektifini savunanlar, bir yandan yasal kovuşturmalar,
tutuklamalar ve uzun hapis cezalarıyla, bir yandan dünya çapındaki
“sosyalizm öldü” amentüsünün hem ‘aydın’ çevreler hem de yığınlar
için bir klişe haline gelmesinin başarılmasıyla zayıflatıldı.
Türkiye’nin dünya kapitalist sistemine uslu bir öğrenci olarak
kaydı, zirve noktasına “28 Şubat” ile varılmış zahiri bir kavganın
“laik” tarafı tasfiye edilirken çıkan gürültüyle yapıldı.
Tahta tüfekleriyle şeriat tatbikatı yapan “sakallı-şalvarlı”
piyadeler, yerlerini, iki oda bir salon dernek binalarında
Kırıkkale tabancalara el basarak savaş yemini eden “kalpaklı
gazilere” bıraktı. Türkiye, toplumun en dinamik ve değişim
getirmeye açık kesimlerini haksız ve anlamsız bir şekilde ikiye,
üçe bölen “din”, “kimlik” vs. görünümlü gerilimlerin paravanı
arkasında, zaten güdük olan sosyal kazanımların neredeyse tamamen
kaybedildiği bir emekçi cehennemi haline geldi, hızla.
Malum, komplocu ve çarpık ‘tarih’ anlayışlarına dönemin geçer
akçesi olan ‘derin’ sıfatını takarak iktidar nimetlerinden
faydalanan bir takım matbuat memuru, 90’lı yıllardaki o “Karases”e
benzer provokatif çıkışlara yeltendi geçenlerde… Toplumun, zaten
yıllardır çelik yay gibi gerilmiş sinirlerini zıplatacak, semboller
üzerinden yürüyecek yine zahiri bir kavganın etrafında esas
sorunları gölgeleyecek bir pus… Ve tıpkı 90’larda neoliberal
İslamcılaşmayı yöneten ama sonunda bayrağı ‘esas sahiplerine’
bırakan Evren, Özal, Çiller vs. gibi bugünkü iktidar sahiplerinin
de bir ‘güvence’ gibi görünmesini sağlayacak şekilde yapılan
‘kovuşturmalar’, demeçler…
Oysa Türkiye, Genelkurmay Başkanı’nın Akit yazarlarına geçmiş
olsun ziyaretine gittiği bir ‘normal’e sahiptir artık. Bazı yarım
akıllıların, toplumun önemli bir bölümü için değer ifade eden
sembollere belden aşağı hakaretler savurmasına gösterilen tepkiler
sağlıklıdır belki; ama Sivas’ta yakılanların hesabı sorulamamış,
Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi
aydınlara yönelen cinayetler aydınlatılamamış, Kürt halkına yaşlı
demeden çocuk demeden sokaklarda baltayla saldıranlar, domuz
bağlarıyla işkence edenler tüm bağlantılarıyla açığa
çıkarılamamışken, ‘sembolik’ ve yetersizdir.
Türkiye’de İslamcılaşma ve siyasal gericilik, (geçmişte olduğu
gibi bugün de) laik sembollere karşı girişilmiş gösteriş
savaşlarıyla tanımlanabilecek bir sorun değildir. ‘Fetiş’ nesneleri
üzerinden yürüyen bir didişme, bizzat kışkırtılan ve fayda sağlanan
bir zemin yaratmaktadır. Toplumun gerçek ve en alt hücrelerine
kadar hissedilen sorunları yerine göstergeler dünyasına saplanıp
kalmanın bedelini, bugünkü memleket tablosundan daha iyi
gösterebilecek bir kıssa yoktur herhalde.