Yıllar içinde daha iyi anlıyorsun. Sevmek önemli ölçüde de hayatın yükünü birbirinin üzerinden alan ve hayatı kolaylaştıran bir şeyler yapmaktır. Birlikte yeni kelimeler bulmaktır belki de. Sevgi kendi dairesinde dönen hem kendini hem karşısındakini öğüten bir girdap olmamalı bence. Çünkü hayat bitiyor.
Camı kapatıp balkondan mutfağa geçince içeriye doğru seslendim, “Dışarıda kar kokusu var.” “Ne var, ne var?” diye sordu salondan. Bu kez kendi kendime mırıldandım, “Kar yağacak gibi, dışarıda kar kokusu var.” Sonra herkes kendi işine kaldığı yerden devam etti. Yemek yenmiş ve masa yeni toplanmıştı. Ben kendime kahve yapıyordum. Kahve kokusu bir müddet sonra kar kokusunun yerini aldı. Birazdan kar yağsa, kahvemi alıp pencere önünde otursam. Birkaç gün önce çılgın gibi tomurcuklanıp capcanlı açarak içimi sevinçle dolduran beyaz orkideyi ve pencerenin dışında ağaçların ve evlerin üzerini bir battaniye gibi kaplayarak ufka yayılan kar manzarasını seyretsem. Bu sene kar da yok ama... Oysa Ankara yeni yıla hep karla girer. Sanki artık yeni bir yıl da yok. Şimdiki hâlimiz böyle...
Geçen yıl aralık ayının başlarıydı, Diyarbakır’daydım. Gece vaktiydi. Salondaki kanepede uzanmış bir romanın sayfalarına dalmıştım. Annem uyumaya gitmişti. Kardeşim bilgisayarının başında oturmuş bir şeyler okuyordu. Sonra yavaşça yerinden kalktı. Dünyanın bütün yükünü de kendisiyle birlikte kaldırmış gibiydi. Gerindi ve “Kışa kaldı...” dedi. “Ne kışa kaldı?” diye sordum. “Ölümüm” dedi ve yavaş adımlarla odasına geçti. Hastalığını oldukça ileri bir evrede öğrenmiş ve memlekete dönmüştü. Tedavilerle kışı geçirdi. Yeni yılı ve son bir kez de doğum gününü kutladı. Haziran’da gitti... Kuş gibi bir gidiş. Hafif. Keşke yaşarken hayatı da birazcık ama birazcık olsun hafife alabilmiş olsaydı. Keşke...
“Vardı. Bir daha asla olmayacak.” Bu kısa cümle Paul Auster’ın babasının ardından yazdığı Yalnızlığın Keşfi kitabından.
Beyaz orkide üç yaşına girdi, her sene deli gibi tomurcuklanıp çiçekleniyor ve dipdiri çiçekler aylarca yoldaşlık ediyor bana. Her defasında sanki pamuk gibi bir Ankara kedisi kar beyazı birkaç yavru yapmış gibi seviniyorum. Yanındaki fuşya renkli orkide de dört yaşında. O hâlâ tomurcuk içinde, dün üç tomurcuk dipdiri patlattı çiçeklerini. Çok seviyorum bu çiçekleri. Onlara isimler takıyorum. Zilli, zarife...
İsim bulmak güzel bir şey. Çocuk sahibi olmayı istemedik biz. İkimiz de hiç istemedik. Birbirimize denk gelmiş olmamız bu bakıma bir şans. Ama bir kızım olsaydı adını ne koyacağım hakkında hemen her zaman bir fikrim oldu. Beğendiğim isimler de değişip durdu. En son tam on iki yıl evvel St. Petersburg’da bir köprünün üzerinden nehre bakarken, bir kız çocuğuna verilebilecek en güzel ismin “Neva” olacağını düşünmüştüm kendi kendime. Neva. Dünyanın en güzel nehri gibi güzel ve capcanlı bir isim. Umutlu.
Bir kedimiz de yok. Bekarlık yıllarında onun bir Miço’su vardı. Kar beyaz bir kedi. Benim de iki seneliğine de olsa bir Pırtav’ım. Fakat sonra bir daha bir kedimiz olmadı. Bir dönem çok sık seyahat ediyorduk. Kedi olunca bırakıp gitmek zor iş. Bir kedimiz bile yok ama sık sık kedimiz olursa ona ne ad vereceğimizi de düşünüyoruz. Kedi için bir zamandır “Mıtrıp” ismini beğeniyorum. Mıtrıp güzel bir isim bence. Bizim oralarda cimri, eli sıkı hatta o kadar ki işi pisliğe vardıran kişilere mıtrıp deriz. Bana esprili ve hoş geliyor.
Kar demiştim, karın çok güzel bir kokusu vardır... Tıpkı kahve kokusu gibi taptaze bir koku, canlandırıcı. Bir yandan da nostaljik tabii. Kar kokulu parfüm yapsalar kullanırdım doğrusu.
Hayat çok ağır ve aynı zamanda çok hafif. Hafif gerçekten. Sağlığınız yerindeyse ve sevdiklerinizin sağlığı yerindeyse, diğer sorunlar görece hafif geliyor. Bir de kendinizle, kendi imgenizle meselenizi çok büyütmemişseniz tabii. İyi bir çocuk yetiştirmekle, bir orkideye çiçek açtırmakla, bir kedi beslemekle ya da şahane bir pasta yapmakla bütün dünyada fırtına gibi esecek bir film yapmak o kadar da farklı hazların konusu olmayabilir. Yani elbette muhteşem bir film muhteşem bir filmdir. Evimin salonunda afişi asılı olan Volver mesela olağanüstü güzel bir film bence. Almodovar yapmış işte. İzlemişiz. Herkes Almodovar olacak diye bir şey yok. Olamayız zaten. Yaptığın işi mümkün mertebe iyi yapacaksın o kadar. Hayat bitiyor.
Hayat biten bir şeydir. Yeni yıla girerken söylenecek şey mi bu diyebilirsiniz. Fakat bence tam da bu. İşte pandeminin bir yıl bile dolmadan alıp götürdüğü can sayısı dünya ölçeğinde iki milyona yaklaşıyor.
Böyleyken kötülüğe ve kalbin kara noktasına teslim olmayı anlamak çok güç. Kalpteki o karartıya “süveyda” deniyormuş.
Geçen yıl haziran ayında uyku tutmayan gecelerde internette dolaşırken “süveyda” kelimesine rastlayıvermiştim. Benden tam bir ay evvel kardeşini yitirmiş genç bir kadın kullanmıştı bu kelimeyi. Çocuğunu, kardeşini, diğer yarısını, Alice’ini, her şeyini kaybettiğini söyleyen bir genç kadın. Tanıdığın bir acıyla karşılaştığında yolunu değiştiremiyorsun. Twitter’dan Instagram’a oradan Ekşi Sözlük’e gidip gelerek bu hüzünlü hikayeyi anlamaya çalıştım. Cansu ve kardeşi Alice. Sarmaşıklar gibi birbirine dolanmış iki hayat. Alice ablasına Cancu diyormuş. Abla, küçük kardeşinin ölümünden sadece beş gün önce şöyle bir tweet atmış: “Yasak neredeyse bitti. Zaman bizim için çok hızlı geçti. Çünkü çok güzel şeyler yaptık. Keşke virüs nedeniyle olmasaydı ama ben evden çıkmama yasağını gitgide sevmeye başladım.”
Her şey birdenbire olmuş.
“Bu benim gerçek adım” diyen Alice gururla Cancu’nun bir kelime büyücüsü olduğunu belirtiyor ve kelimelerin peşindeki bir hayatı işaret ediyor. Onu manevi annesi saydığını söylüyor. Abla da kardeşinin hep “küçük” kaldığından... O zaman işte bu iki kız kardeşi çevreleyen masalsı güzelliği de anlıyorsun. Bütün hikaye sanki pastadan bir evde geçiyor, rengarenk camdan ayakkabılarda yürüyorlar. Gidilemeyen uzaklıklar zihinsel ve düşsel bir yolculuğun, çoğu kez de yazının ve kelime büyücülüğünün başlangıcı oluyor. Cancu kelimelerden kayıklar yapıyor kendine ve kardeşine...
İşte Cansu’nun kelimeleri arasında rastladım “Süveyda”ya. Tahmin edeceğiniz üzere süveyda kelimesine de epeyce takıldım. Kabaca söylersem bu Arapça sözcük daha popüler tanımlarda gizli günah ya da kötülükleri saklayan ve kalbin tam ortasında olduğu varsayılan siyah nokta olarak açıklanıyor. Bu siyah noktanın ya da karartının sadece kötülük ve günahı değil, neysen onu taşıdığını belirten ve her şeyin tam zıddını söyleyen ifadeler de var. Kalbin basiret ve olgunluk noktası olarak da tanımlanan bu kara noktayı kimileri sevdanın karalığı ile ilişkilendiriyor. Süveyda bir nokta değil de bir noktanın derinliği gibi bir şey. Kötülüğün iyilikle, siyahın beyazla iç içeliği... Hayat gibi.
Alice öyle birdenbire gidivermiş… Huzur içinde uyusun. Bu yazıyı yazarken hatırlayınca, Cansu’ya bu sabah yeniden baktım. Eylül sonlarında yaptığı herkese açık bir paylaşımda Alice’in olmadığı bir dünyada günün yeni kelimelerine bakmanın da bir anlamının kalmadığını söylüyor. Geçen hafta da hâlâ umutsuzluk içinde beklediğini belirtmiş. Cansu’nun yüreğine hafiflik taşıyacak yeni bir kelimem olsaydı keşke. Zira sabır hiç yeni değil...
Bu yazıya başlarken Duvar’da son üç yıldır yaptığım gibi, biten yılın son ya da yeni yılın ilk yazısı niyetine yazdığım bir yazı olsun istedim. Kar kokusuyla başladım, nereye gideceğini de gerçekten hiç bilmiyordum. Zaten “Yazı bilinmeyendir. İnsan, yazmaya başlamadan önce ne yazacağı hakkında hiçbir şey bilmez (...) Yazı, yel gibi gelir, çıplaktır, mürekkeptir, yazıdır ve yaşamda başka hiçbir şeyin geçmediği gibi geçip gider, başka hiçbir şey değil, yalnızca o, yaşam” diyor Marguerite Duras.
Bu da işte geçip gitmek üzere yazılmış bir yazı. Hafif olsun ve hiçbir şeyi daha fazla ağırlaştırmasın istiyorum. Tıpkı Cansu ve Alice’in birbirlerine yönelik sevgisindeki o gözle görülür hafiflik gibi. Yıllar içinde daha iyi anlıyorsun. Sevmek önemli ölçüde de hayatın yükünü birbirinin üzerinden alan ve hayatı kolaylaştıran bir şeyler yapmaktır. Birlikte yeni kelimeler bulmaktır belki de. Sevgi kendi dairesinde dönen hem kendini hem karşısındakini öğüten bir girdap olmamalı bence. Çünkü hayat bitiyor.
Yirmi iki yıllık beraberliğimizin aralıklarla sekiz buçuk yılını ayrı ayrı ülkelerde geçirdik biz. Sadece görüntülü arama imkanı değil, ilk zamanlar cep telefonu bile yoktu galiba. Sabit hatlar da şimdiki gibi rahat kullanılamıyordu. Aramızda altı yedi saat zaman farkının olduğu dönemler hatırlıyorum. Hem işimizden gücümüzden hem de birbirimizden vazgeçmediğimizden böyle olmak zorundaydı. Kimse kimseyi aynı ülkede olmaya hiçbir zaman zorlamadı ve diğerine bu konuda duygusal bir yük yüklemedi. Karşılıklı yolculuklar yapıp durduk tabii. Bu da günümüzde giderek yaygınlaşan bambaşka bir deneyim işte. İki kişinin beraberliği illaki tek bir yaşam biçimi üretmek zorunda değil. İki ayrı hayatı da birlikte koruyabiliriz. Birini yükünü hafifleterek sevebilmek için mümkünse insanın kendine ait bir hayatı da olmalı bence. Aynı evdeyken de bu özen sürdürülebilir. Bunun üzerine düşünmek önemli geliyor bana. Bir “doğru” olarak değil, bir seçim olarak tabii. Eskiden belki böyle değildi. Ama artık eskide değiliz. Eskiden zaten “herkesin bir hayatı olmalı” sözünün de çok bir anlamı yoktu.
Hayat bitiyor. Birini sevmek o kadar da güç olmamalı... Yeni bir yıl gibi, kahve kokusu, kar kokusu, orkide beyazı gibi bir sevmek... Hafif ve yüksüz, yeni kelimelerle. Keşke. Hepimize bu yıl bunu diliyorum.