İstanbul’da cumartesi günü yapılan acımasız kıyıma –ve daha önceki tüm kıyımlara– ilişkin duygumuz, o felakete Dolmabahçe yokuşunda direksiyon sallarken yakalanarak can veren Diyarbakırlı dolmuş şoförü Velat Demiroğlu’nun, kendi sosyal medya hesabında sabitlediği o basit formülde dile getirilmiştir: “Görüşü ne olursa olsun, görevi ne olursa olsun ölüm istemiyoruz.”
Velat bu mesajı, Ankara Garı önünde bir barış mitingi için toplanmışken, canlı bombalarla katledilen insanların, sokağa saçılmış ve bayraklarla örtülmüş cansız bedenlerini gösteren bir fotoğrafın üzerinde sabitlemişti.
Adorno, “Hakikat için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir: Kişi ona sahip olmaz, onun içinde olur” diyordu. Ve tam da bu yüzden, mutlu kişinin hiçbir zaman mutluluğunun farkında olamayacağını, onu görebilmek için “dışına çıkması” yani bir bakıma “mutsuz” olması gerektiğini de söylüyordu: “Ancak mutluydum diyen kişi sadıktır mutluluğa.”
Hakikat ve mutluluk kadar, zaten bunlarla dolaysız bir şekilde ilgili olan “felaket”ler için de geçerli olmalı bu. Tarihin “çok uzaklardaki” teleskobundan bakılınca, nedenleri, sorumluları ve sonuçlarıyla birlikte billur gibi görünen felaketler, onları bizzat yaşamakta olanlar için “anlaşılmaz” ve kendisinden kaçılan hakikatler olabiliyor.
Dünyanın ilk hikayeleri kabul edilen “Decameron”un da böyle bir felaketi anlatması tesadüf olmasa gerek. Boccaccio, 1348’de Avrupa’nın üstüne kabus gibi çöken vebanın esareti altındaki Floransalıları anlatır Decameron’da. “Kara ölüm” Floransa’da yaşayanların yarıdan fazlasını öldürürken, 7 kadın ve 3 adam, “Etraflarında ölüler ve hastalardan başka hiçbir şey olmayan bu kentten” kaçar ve 10 gün boyunca her gün birer hikaye anlatarak 100 öyküden oluşan Dekameron’u yaratırlar. Veba salgını bu insanlara dünyanın sonu gibi görünmektedir: “Kimse kimseye yardım edecek halde değildi ve herkes kendi başının çaresini arıyordu.”
“Kara ölüm”ün pençesindeki Floransa’dan bir köye kaçarak, birbirlerine aşk, ihtiras, günah ve sevap öyküleri anlatan bu 7 kadın ve 3 erkek bir “kurtuluş ümidi”ne sahip değildir. Oysa veba yenilecek, sonunda yeryüzünden tamamen silinecektir. Ama onun yol açtığı yıkımı yaşayanlar, kendileri ve tüm insanlık için yaşamın sonu gibi görünen bu ana bir müsebbip uydurmak zorunluluğu duyarlar. “İlahi öfkenin bizi ıslah etmek için getirdiği bir afet” der Boccaccio… Aslında, bir süre sonra doğa bilimlerinin önce tespit sonra imha edeceği bir bakterinin marifeti olan Kara Veba’yı açıklayamadıkça, belirsiz, soyut bir “günahlarımızın vebali” söylemine sığınırlar.
İnsanların, kendilerini ve gelecek nesillerin hayatını büyük bir yıkımın tehdidi altında gördükleri anlarda sığındıkları bu “mazeret” ya da “kurtarıcılar”, genellikle sorunun yeterince anlaşılmamasına ya da felaketin büyümesine yol açarlar. 1920’lerdeki büyük çöküntünün nedeni olarak Yahudiler ve diğer Avrupa halklarını, kurtarıcı olarak ise Nazileri gören Alman halkı, çok geçmeden, tarihinin en büyük yıkımını yaşadı. Birbirinin boğazına sarılan Beyrutlu Hıristiyan ve Müslümanlar, geriye yıkılmış, harap olmuş bir ülke bırakarak öldüler.
Böyle zamanlarda kolaycı suçlamalar, en geri zihinlere hitap eden basitleştirmeler ve “cinayet hakkı” tanıdığı varsayılan karşılıklı haklılık varsayımları, “tarihin teleskobu”ndan billur gibi görünecek olan hakikati ters yüz ediyor. Çaresiz ve umutsuz insanların hissiyatından popülist nefret ateşleri üretenlerin yarattığı dolambaçlı yolda, felaketin gerçek aktörlerini bulmaya ve göstermeye çalışmak; bundan “her şeye rağmen” vazgeçmemek hafızanın yanında ve geleceğe vakıf olan bir meydan okumadır. Victor Hugo’nun, Sefiller romanını İtalyancaya çeviren George Daelli’ye yazdığı mektupta söylediği gibi: “İçinde bulunduğumuz karanlığın dibinde, cennetin uzaklardaki, ışıklar içindeki kapılarını göremiyorsunuz. Fakat papazlar yanılıyor. Bu kutsal kapılar arkamızda kalmadı, önümüzde duruyor.”
Bu yıkım, kan ve gözyaşının, bu intikam çığlıkları ve çılgınlıklarının ortasında yapmak ne kadar zor olsa da o ilk ve en basit sorularla kolaylaştırabiliriz, hakikati anlamayı ve onu değiştirmeyi. Sadece iki yıl önce “bambaşka bir ülke” olabilme umuduna sahipken bugün karşımızda uzanan bu enkaz kimin hangi kararlarıyla doğdu? Bir çöküşe giden bu lanetli yolu kimler, ne için döşedi? Ve o yolda, ölülerin gölgesine basarak kimler yürüyor?