“Biliyor musunuz, batıl inançlı değilimdir, fakat havyar her
zaman kötüye işarettir. Ben müzisyenim. Bu beni davetlere çağıran
üçüncü rejim; fakat bütün rejimlerin ortak noktası şu: Durum ne
kadar kritikse havyar ikram edileceği o kadar garanti.”
İsviçreli yazar Max Frisch, “Kont Öderland: On İki Sahnelik
Bir Cinayet Baladı” (1) oyununda, devasa bürokrasisi ile
yozlaşmış bir rejimin çözülüşünü, ilkeli, sadık ve çalışkan bir
savcının olağanüstü değişimini izleyerek anlatır. Savcı,
soruşturduğu bir aile katliamındaki suç aleti olan ‘balta’yı
neredeyse bir güç fetişine dönüştürerek burjuva toplumun üstüne
doğrultur. İktidarın zor gücü, fiziki ve siyasal şiddet,
kapitalizmin küçük insanlarının ölümcül yabancılaşması
gibi büyük meselelerin çerçevelediği, hayalle gerçeğin iç içe
geçtiği bir atmosferde bu balta, kalabalıkları büyüleyen ve
cesaretlendiren, rejimi ve onun rutinini sürdürenleri ürküten bir
sembol olmuştur. Savcı’nın yeraltı örgütü kentin iktidar
binalarının temellerini sallarken Hükümet Sarayı’nda düzenlenen bir
resepsiyona katılan iki “kültür taşıyıcısı”, resmi kıyafetler ve
üniformalar arasında şampanyalarını içerek konuşmaktadır ve
yukarıda alıntılanan sözler bu sohbette geçer: “…fakat havyar
her zaman kötüye işarettir.” Frisch, belki de bir ölçüsüz
zenginlik imgesi, bir imtiyaz istisnası olarak seçmiştir havyarı;
nitekim Savcı ya da yeni kimliğiyle Kont Öderland, burjuva toplumun
çöküntü halindeki kurumlarını sarsan bir isyan başlatmıştır ve
havyar bu yozlaşmanın soyut ama sürekli bir etiketi gibidir.
Kont Öderland kurmacasını o hayali ülkeden bizim gerçek ülkemize
taşımaya kalksak, havyar yerine uyuşturucu (kokain) koymak gerekir
belki: Durum ne kadar kritikse kokainin ortaya çıkması o kadar
garanti!
* * *
Nereye varacağımız açık: Suç örgütü lideri Sedat Peker’in
yurtdışında çekip internetten yayınladığı videolar, neredeyse “yeni
bir Susurluk” çağrışımı yaparak yayılıyor. Aslında yeni bir
Susurluk da dememeli, son olarak Susurluk’ta ortaya çıkan
devlet-mafya-siyaset ilişkilerinin, bunlarla hiçbir zaman gerçek
bir hesaplaşma yapılmadığı için kesintisiz şekilde bugünlere dek
geldiğini kanıtlayan bir işlev görüyor. Susurluk kod adıyla anılan
ilişki ve işleyiş ağlarının, başlıca aktörleri bile değişmeksizin
bugünlere taşındığı, yine devlet bürokrasisinin, yine siyasetin
dâhil olduğu bir çevrimle çalışmaya devam ettiğini gösteriyor. Ve
bir kez daha, yakın tarihimizde en az üçüncü kez olmak üzere bir
kez daha, bir ‘kavga’ sonucunda ortaya çıkıyormuş gibi görünüyor.
Oysa bu, birbiriyle restleşen mafya babalarının kavgası değildir;
bu, Türkiye’de 12 Eylül'den sonra kurulan rejimin bugünlere
değişmeden gelen karakterinin bir semptomudur. Mafyacıların kavgası
ve ifşaları, devletteki çürümeyi gösteren bir işaret olmaktan
ötedir; bu kişilerin, sistemin-devletin-rejimin asli unsuru
olduğunu gösterir mahiyettedir. Sedat Peker’in –belli ki kendisinin
de spekülatif bir etki yaratmak için gayret ettiği– masa üstü
objelerindeki “gizlenen” mesajlar çok ilgi çekiyor ve bu ilgi
normal; ama o masadaki asıl ‘obje’nin bizzat Peker’in kendisi
olduğunu; içinde bulunduğu çatışmanın ‘tarafları’ ve
‘ilgilileri’ açısından asıl ‘mesaj’ı kendi varlığıyla,
‘canlı’lığıyla verdiğini gözden kaçırmamalı. Suçladıkları, ifşa
ettikleri ve edecekleri, asıl mesajı, kendi habitatlarının bir
üyesi olan Peker’in cüretinden alıyor olmalıdır; bu ‘yeni
bir durum‘a işaret etmektedir zira…
Peker, geçtiğimiz yaz başında Kolombiya’da ele geçirilen ve
Türkiye’ye gelmekte olduğu anlaşılan 5 tona yakın kokaini işaret
ederek, Türkiye’deki bu olayla ilgisi olan şirkete dokunulmadığını
söylüyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Uyuşturucunun geldiği adres
belli. Sahibi Mehmet Ağar…”
Bizim rejimlerin havyarı kokain, kısa süre önce de bir
şimşek ışımasıyla görünmüş, rejimin çekirdeğinde olup bitenlerin
bir fragmanı gibi seyredilmişti; yüzeye serpiştirilmiş ‘pudra
şekeri’ gibiydi, konunun ihtiraslı bir genç tilkinin faka
basmasından ibaret olmadığı herkes için çok açıktı. Bir lüks
otomobilde plastik tabaktan fırtlanan neşe pudrasıyla, Kolombiya
limanından yüklenen 5 ton arasında doğrusal bir yol olduğu gerçeği
kadar açık…
* * *
1987’de, Özal iktidarının ikinci döneminde MİT tarafından,
“Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı - Polis -
Kamu Görevlileri İlişkileri" isimli bir istihbarat raporu
hazırlanmıştı. Rapor basına sızdı ve büyük tartışma yarattı. Rapor,
MİT ve Emniyet bürokrasisindeki açık bir çatışmanın ürünüydü.
Özal’ın, Demirel’in, Kenan Evren’in, öteki kudretli cunta
generallerinin taraf olduğu bir devlet geriliminden çıkmıştı. Rapor
kavganın nedeni değil, sonucuydu; iki ‘Mehmet’in, MİT’çi Eymür ile
polis Ağar’ın kavgasından ibaret değildi, devletteki bir
dönüşümün sancısıydı. Şöyle deniyordu raporda: “Ünal Erkan
başkanlığındaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü üst düzey kadrosu,
İstanbul’daki yeraltı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Bu
ilişkinin en büyük koordinatörü emekli cinayet masası şefi Ahmet
Ateşli ve Mehmet Ağar’dır.” İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün
çeşitli irtibatları arasında “aşırı sağcı unsurlar” bulunduğu
vurgulanıyordu. Aşırı sağ olarak anılan unsurlar olarak
ülkücüler ve bazı tarikatlar işaret ediliyordu. Mehmet Ağar’ın bu
unsurlara “gizli kalması icap eden soruşturma ve
tahkikatlarla ilgili bilgi verdiği” öne sürülüyordu. Adı
geçenlerden biri, 80’lerde “Türkiye’ye kokaini getiren adam” olarak
bilinen uyuşturucu kaçakçısı Ömer Lütfü Topal’dı. Topal uyuşturucu
tacirliğinden kumarhaneler krallığına terfi edecek, ama bir parçası
olduğu çetenin hışmından kurtulamayacaktı. Susurluk ekibi
tarafından öldürüldüğü anlaşıldı. 1987 MİT raporuna dirisi
girmişti, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun 1997’deki Susurluk
Raporu’ndan ölüsü çıkacaktı. Vakıa, 1987 tarihli MİT raporu açıkça
gösteriyordu ki güvenlik bürokrasisi ile mafya, ilişkilenmenin
ötesinde, birbirine kaynamakta, birbirleri içinde erimekte, tek ve
‘yeni’ bir şeye dönüşmektedir. Bu raporu okumak Özal’ı kurtarmadı.
Özal rejimi çökecekti ve zaten bu yaşanan da çöküşe yol açan değil,
bizzat o çöküşten kaynaklanan bir dalaşmaydı. Raporda adı
geçenlerin birçoğu devlet bürokrasisinde ve/ya yeraltı dünyasında
kariyer parlattılar; bu ikisinin içi içe geçişinin, giderek bir
rejim halinde örgütlenişinin havarileri oldular.
Yaklaşık on yıl sonra, Susurluk kazasıyla birlikte aynı
aktörler, benzer olaylar zincirinin içinde ve bu kez daha açık
şekilde, üstelik toplumun 1987’de olduğundan daha güçlü olduğu
koşullarda bir kez daha göründüler. Aslında zaten sır
değillerdi, devlet istihbaratının belgelerinde teşhis edilmişlerdi
ve bu açıdan açıktaydılar; bir bakıma aydınlıkta
saklanıyorlardı. (2) Bir başka çöküşün sonucu olarak ortaya
çıkıyorlardı bu kez. Bizzat kuruluşunda yer aldıkları, “milli
güvenlik” kod adlı rejim meşruiyetini kaybediyordu. Merkez
siyasetin çöktüğünü ve İslamcıların tek yeni hegemonik odak
olduğunu gören generaller 28 Şubat’ta nafile bir ‘düzeltme’ hamlesi
yapmaya kalkıştılar, siyasete el koydular; ama bu şok da ölü bedeni
canlandırmadı. Çürüyen rejim çökecek, boşluğu, pek çok maddi
unsurun etkisiyle yeni-İslamcılar dolduracaktı. Ve tıpkı bir önceki
gibi, bu rejim de uyuşturucu ticareti, kumarhaneler, kara para,
‘aşırı sağ unsurlar’, cinayet ve kokain dolu bir kirli
nehir halinde irinini boşaltarak çekiliyordu. Cebren ayakta kalma
çabası, 1999 Marmara Depremi ve ekonomik krizlerle bozguna
uğramıştı.
Bugün, can kaybı ve ekonomik hasar açısından yarattığı sonuçlar
Marmara Depremi’ni geride bırakmış, bir sağlık sorunu olmanın
yanında, rejimin niteliğini açığa çıkaran ekonomik-politik bir
projektöre dönüşmüş bulunan salgın ülkeyi sarsarken; ekonomik kriz
3 yılı aşkın bir ‘istikrar’ yakalamışken; 1987 ve 1997’dekine
benzer bir irin akıntısının başladığına da tanık oluyoruz.
Neredeyse aynı aktörler, aynı başlıklar, aynı ifşalar. Uyuşturucu
ticareti, cinayet, kara para, ‘aşırı sağ unsurlar’,
kokain. Ve belli ki, yine bir kavganın başına değil
‘sonuna’ tanık oluyoruz. Rejim, damarlarında kan yerine dolaşan bu
irin aktığı için ölmüyor, ölmekte olduğu için bu kirli nehir
akıyor. Belki Türkiye toplumu, daha önce iki kez kaçırdığı fırsata
bir kez daha denk gelmiş olacak; belki yeraltının parazitleri ölü
bedenden çıkıp yenisine yerleşmenin fırsatlarını bulacak.
(1) Max Frisch, Kont Öderland: On İki
Sahnelik Bir Cinayet Baladı, Can Yay., 2019
(2) “Aydınlıkta saklanma” alegorisini Breaking
Bad dizisindeki bir replikten ödünç alarak kullanıyorum. Tavukçu
görünümlü uyuşturucu tüccarı Gus, kimya öğretmeni uyuşturucu
üreticisi Walt’a, polislerle içli dışlı olmasına dair söylüyordu
bunu: “Senin gibi yapıyorum, aydınlıkta saklanıyorum.”