Arabada, radyodaki saat başı haberlerinde duyduk. Yük treni devlet töreniyle Türkiye’den Çin’e 12 gün sürecek yolculuğuna başlıyordu. Arka koltukta oturanlar 9 yaşındaki bir oğlan ve 13 yaşındaki bir kız çocuğu olunca, bu haberin yarattığı heyecanı siz düşünün! İstanbul’dan yola çıkıp Çin’e varana kadar 2 kıta, 2 deniz ve 5 ülke kat edecek olan bu trenin eğer yük değil de yolcu taşısaydı ne maceralı olacağı üzerine konuşup durdular yol boyunca. Hemen ertesi günü ise, Ulaştırma Bakanı’nın katıldığı törenle yolcu edilen trenin daha İstanbul’dan çıkmadan, Maltepe İstasyonu’ndan geri döndüğü ve Halkalı Garı’na çekildiği bilgisi haberlere yansıdı... Çocuklara söylemedim, hayalleri kırılmasın diye. Daha önce tamamlanmamış stadyumun, bitmemiş okulların, hatta 45 yıllık fabrikanın açılışının yapıldığına şahit olmuştuk. İşte şimdi de allanıp pullanarak alkışlar arasında yolcu edilen tren, sessiz sedasız, üzerindeki pankartlar çıkarılıp gerisin geriye dönmüştü.
Tren, yalnızca edebiyatta değil, Türkiye’nin siyasi hayatında da oldum olası güçlü bir metafor. Demiryolları, Osmanlı’dan bu yana, önce iktisadi, idari ve siyasal modernizasyonun aracı olarak görüldü. Cumhuriyetin ilk yıllarında modernleşme projesinin bir halkasıydı. Trenin uğradığı Anadolu kent ve kasabalarında ticaretin yanı sıra, sosyal yaşam da bir dönüşüme uğradı. Çok parti döneminde demiryolu politikası terk edilip iktidarlar karayollarına yatırım yapmaya başladıklarında dahi, siyasetçiler Batı trenini yakalamaktan söz ediyorlardı. 2000’li yılların başına gelindiğinde, gündem artık AB treniydi. Meltem Ahıska, üniversitede hocalık yaparken “Türkiye’de Demokratikleşme” başlıklı bir yüksek lisans dersinde okuttuğum makalesinde (1) o dönem Avrupa yanlısı kampanyaların ana temalarından birisinin “medeniyet trenini yakalama” ihtimali karşısında gerekli yasama reformlarını gerçekleştirmenin aciliyeti üzerine kurulu olduğunu söylüyordu. Makalede söz ettiği bir karikatür, Batılı kıyafetler ve büyük bir bavulla tren istasyonunda bekleyen bir kadın ile geleneksel kıyafetleri içinde, istasyondaki bir bankta öylece oturan bir Kürt erkeğinin arasında geçen konuşmayı resmediyordu. Adam, kadına “Son tren çoktan gitti bayan, en iyisi siz benimle evlenin.” diyordu. Ahıska, tren metaforunun modern görünümlü kadında vücut bulan Batılı bir gelecek arzusu ile Kürt sorununu veya diğer etnik kimlik problemlerini çözememiş bir Türkiye’nin şimdisi arasındaki gerilimi yansıttığını ileri sürüyordu. “Mevcut sorunlar ve onların çözümlerine odaklanmak yerine, hegemonik imgelem çoktan geç kalmış ve her zaman ertelenmiş bir idealin yardımıyla şimdinin ötesine bakıyor.” diyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, alkışlarla yolculuğa uğurlanan trenin kameraların ışıkları kapandıktan hemen sonra, istasyona geri döndürüldüğünü görüyoruz. Türkiye’nin AB yolculuğunun inişli çıkışlı yirmi yılının ardından vardığımız istasyon, 1996’da o zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla Milliyet Gazetesi’nden Nilgün Cerrahoğlu’na röportaj veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” sözlerindeki samimiyetinin de bir göstergesi. Nitekim, geçtiğimiz haftalarda reform, demokrasi ve insan haklarından bahseden Erdoğan, 21 Kasım’da partisinin olağan il kongrelerine yaptığı canlı bağlantıda “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” diyordu. Üzerinden bir hafta geçmişken, 30 Kasım’daki kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada ise Anamuhalefet Partisi’nin bir milli güvenlik sorunu olduğunu ilan ediyor, “demokrasiyi yurt dışından gelen sinyallerde aramakla” suçluyordu.
Ama bugün meselemiz, bize söylenenlerin doğruluğunu ya da samimiyetini sorgulamanın çok daha ötesinde. Ekonomik krizle baş etmek adına yapıldığı ileri sürülen reformlardan salgın sürecindeki normalleşmeye, salgınla mücadele için alınan önlemlerden salgına çare olması ümidiyle geliştirilen aşıya erişim imkanımıza kadar, tüm toplumun gerçeklik algısını iktidar eliyle parçalayan bir süreçle karşı karşıyayız. Bir tür simülakrlar cennetindeyiz. Mesela birileri çıkıp karşımıza Türkiye’de basının Avrupa ülkelerinde dahi olmadığı kadar özgür, demokrasimizin hepsinden ileri olduğunu söyleyiveriyor. Bir diğeri, “bizde ırkçılık yoktur, nasıl olsun ki biz yaradılanı Yaradan’dan ötürü severiz” diyor çalışılmış beden diliyle. Adaletse, alın size reform paketleri. Yetmedi mi, ilk fırsatta bir daha. İşsizlik oranı düşüşte. Ekonomi zaten tıkırında: Bakan değişti, işler yolunda. Salgın? Turkuaz tabloda açıkladığımız sayılar. Türkiye salgınla mücadelede bir numara. Normalleşme, hemen şimdi. Olmazsa yeniden kapanma. Ama virüs gece hayatında yayılıyor, akşam dokuzdan sonra. Diğerleri hayatına devam edebilir; mağazalar, AVM’ler açık kalabilir; fabrikalar, işyerleri çalışabilir. Hafta sonları evde geçirilsin, hafta içi hayat olağan akışında… Aşı? Çin’den gelecek. 50 milyon doz. Ya da gelmeyecek… Komplo teorisyenleri Çinlilerin bu aşıyla genetiğimizi değiştirip sarı ırkın üstünlüğünü temin edeceğini ileri süredursun, Sağlık Bakanı yeni açıkladı: “Çin daha fazla talebimizi karşılayamadı, bulabildiğimiz diğer aşıyı getireceğiz.” Bulabildiğimiz diğer aşı var mı? Varsa o diğer aşının adı, menşei ne? Onu söylemiyor. Bunun yerine “zaten bizim nisandan sonra kendi aşımız çıkacak, ithal aşıya ihtiyacımız kalmayacak.” deyiveriyor.
Önümüz bahar ne de olsa. Hem daha yaz gelecek, çayır çimen, yonca bitecek… Zaten Çin treni, daha yola çıkmadan istasyona geri döndü. Bu işler böyle…
1- Meltem Ahıska, “Occidentalism: The Historical Fantasy of the Modern”, The South Atlantic Quarterly 102:2/3, Spring/Summer 2003, s. 352, https://turkishsociology.files.wordpress.com/2015/02/occidentalism.pdf