AKP Türkiyesi 20 küsur yılda tüm toksik erkeklik uzantılarının serpilebileceği bir yayla oldu. Karadağlı “hazmedilebilir bir TV ünlüsü”nden hem çizdiği toksik hegemonik erkeklik stereotipi hem de muktedirin dümen suyuna gidişi ve sekiz İngilizce lehçesine rağmen hep hissedilen milliyetçi damarıyla düzen için hayli “kullanışlı” bir aktöre dönüştü.
Erkekler ikiye ayrılır: Geleneksel, uzlaşılmış erkeklik kriterlerine uyanlar ve uymayanlar. Her iki kategori de kendi içinde bilmem kaça ayrılır elbette ama, genellemelere doyamayan eril kültürde elimize bir ikili ayrım fırsatı geçmiş, kullanmayalım mı?
Tamer Karadağlı kesinlikle ilk gruptan sayılır. Genellikle bir testesteron göstergesi, yakışıklılık unsuru sayılan, yeri geldiğinde bir kadına karşı memnuniyetsizlik silahına da dönüşebilen (Nihal Yalçın ödül konuşması) aşırı gelişmiş çenesi ve çene kaslarından, yıllar süren TV popülerliğinin başlıca nedeni olan “taş fırın” erkekliğine dek. “Çocuklar Duymasın”daki o dümdüz, neredeyse kendisinin parodisi gibi görünen homur homur, TV koltuklu, “ba ba ba”lı baba karakteri çok sevildi. Çünkü kadınlara yüz yıllarca elde edebilecekleri en iyi erkeğin bu olduğu öğretilmişti. Erkekler dünyayı, kadınlar evi (ve gizliden erkeği) yönetirdi ne de olsa. Pınar Altuğ’la birlikte canlandırdıkları, “tatlı çatışmalı”, ufaktan yontmalı, temelde ailesine çok bağlı ebeveyn rolleri çok tutuldu. Çünkü böyle bir toplum için olası en iyisi buydu, böyle öğretilmişti. Bu “taş fırınlık”ın aynı zamanda ciddi bir toksik erkeklik, megalomani ve riya potansiyeli taşıdığını ise dizide görmüyorduk. Karadağlı gerçek hayat tercihleriyle işin bu tarafını da kapsıyor gibiydi. Daha önce üzerine yazmıştım, bence “Andropoz”da oynadığı rol bu türün en gerçekçi anlatımıydı ve Karadağlı’ya cuk oturmuştu. Taştan yumuşak ne bulsa seven, duygusallığı en olmadık yerlerde patlayıp insanı bir de oradan toksik şoka maruz bırakan, her yönden falsolu ama riyasıyla, yalanıyla işte o rolü tam dolduran bir Türkiye tipi “iyi aile babası”, “erkek adam”.
Kendisiyle ben daha 19 yaşımda, bir dizinin yazım ekibindeyken bir süre çalışmıştım. Kötü bir insan olduğunu söyleyemem, o dönem için. Geliş sesine duyarsız kalamayacağınız Harley Davidson’ından o çeneli/bakışlı teatral konuşma tarzına ve lehçe lehçe hakim olduğu İngilizcesine dek, kelimenin her anlamında biraz “komik” biriydi. Bana o zaman sorsanız “zararsız biri” derdim. Bazı oyuncular da böyledir işte, sınırları bellidir ama o sınırlar nedeniyle de özellikle TV’de birkaç rolde gayet de “giderli” olurlar. AKP Türkiyesi 20 küsur yılda işte bu karakterin tüm toksik erkeklik uzantılarının serpilebileceği bir yayla oldu. Karadağlı “hazmedilebilir bir TV ünlüsü”nden kadın sanatçıları hedef gösteren (Nihal Yalçın, Merve Dizdar) -zaman zaman yaptığı Gezi çıkışları vb. nedeniyle tam bir yere oturtulamasa da- hem çizdiği toksik hegemonik erkeklik stereotipi hem de muktedirin dümen suyuna gidişi ve sekiz İngilizce lehçesine rağmen hep hissedilen milliyetçi damarıyla düzen için hayli “kullanışlı” bir aktöre dönüştü. Bu imkânın onu, onun da bu imkanı gayet de verimli kullandığını söyleyebiliriz. Sonunda da bir baktık hop, Cumhurbaşkanı atamasıyla DT genel müdürü olmuş. Bu belki de pek şaşılacak bir şey değildi. Yine de pahalılık algımız gibi şaşma algımız da şaştığından belki, epey şaşırdık. Bir yandan da çoğumuzun çocukluğuna damga vuran, son yıllarda ise neredeyse unuttuğumuz Devlet Tiyatroları’na yeniden gözümüzü çevirmemize neden oldu bu atama. Tahribatın derecesini, hasar raporunu aldık bir.
Bu konuda, Devlet Tiyatrosu’na uzun yıllar emek vermiş, bir yandan da kültürel çölümüzde kendi kendilerine vahalar açmaya çalışan, değer verdiğim pek çok tiyatro oyuncusu, yönetmeniyle görüştüm. Çoğu anlaşılabilir nedenlerle, (küskünlük, umut azlığı, yıllarca cebelleştiği şeye bu kadar netameli bir zamanda yeniden bulaşma isteksizliği) adını vermek istemedi. Ortak görüşleri, ülkenin pek çok kültür sanat kurumunda olduğu gibi, yozlaşma ve çürümenin aslında çok gerilere uzanıp son 20 küsur yılda, tek adam yönetiminde her konuda olduğu gibi olası en kötü noktaya sürüklendiği yönündeydi. Karadağlı’nın gelmesine hem şaşırmış hem de hiç şaşırmamışlardı. Bu atamada en çok tartışılan şeylerden biri olan “DT sınavını geçememiş bir oyuncunun DT genel müdürü olması” olgusuna da değindiler. Karadağlı’nın aslen bir TV oyuncusu olması, eğitim sonrası hayatında tiyatronun bir öneminin olmayışı ve DT ile ne oyuncu olarak ne de kurumun idari yapısına hakimiyet bakımından bir geçmişinin olmayışı ortak sitemlerden biriydi. Liyakat bir semt adı bile değildi; bu durum da bunun tabelalı temsiliydi ve bu hazindi…
Karadağlı atamasının arka planına dair bazı ilginç bilgilere Sercan Meriç’in bu yazısından ulaşabilirsiniz. Benim fikrim, “gölge” olsun olmasın, zamanında “taş fırınlık”, şimdi de bu rol için uygun bir “aktör” olarak görülmüş olduğu yönünde. Hayattaki bazı rolleri “oynamak”, buralara uygun görülmek için “müthiş bir aktör” olmak gerekmiyor, hatta bu ciddi bir risk. Onun yerine “uygun görünen risksiz kişi” tercih edilebiliyor, boşluklar şeklen çok uygun boşluklarla doluyor diyebiliriz.
Bu tartışmayı, söylenenler kadar söylenemeyenler de dahil, önemli buluyorum. Çoğu çeşitli düzeylerde yöneticilik de yapmış deneyimli tiyatro insanlarının çeşitli görüşlerine bırakıyorum bu yazının son kısmını.
Mahir Günşıray
"Tamer Karadağlı ne bir ilk, ne bir son. Devlet Tiyatroları, adı dahil olmak üzere yapısal değişikliğe gitmediği sürece, biz zamanı bol(!) olanların gündemini meşgul etmeye devam edecektir."
Sema Çeyrekbaşı
"Şaşırtıcı değil, diğer önemli mevkilere yapılan atamalar vagonuna zıpladı. Kültür zaten el değiştirdi. Rahatsız olan sanatçılar gür seslerini sanatçı kimlikleri ve görevleriyle duyursunlar."
Kemal Başar
“Ülkemizin şu anki siyasi atmosferinde Tamer Karadağlı’nın Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü çok yerinde oldu. Kurumun nitelikli elemanlarının kaçırılması, ötelenmesi, hafızasının yok edilmesi, dejenerasyon gibi pek çok açıdan yıpranmışlığına rağmen, tiyatro eğitimi, vizyonu, Batı ülkelerinde geçirdiği seneler ve tecrübeleriyle oldukça faydalı olacak.
Hepimizin vergileriyle ayakta duran bu en değerlilerinden Cumhuriyet kurumunun bugünkü rezalet, sanat yapamaz, dünyanın çok gerisindeki haline, sahnedeki demodeliğe, sahne arkasındaki pejmurdeliğe cesaretle ve demir yumrukla müdahale lazım. Yoksa tükeniş yakın.
Son genel müdürler Lemi Bilgin ve Mustafa Kurt ile kendine sanat yönetmeni diyen zayıf profilli, tükenişte sorumlulukları büyük olan müdürlerin açtığı yaraları kapatmak kolay değil. Statükoyla, tutuculukla, okulculukla mücadele kolay değil.
Muhsin Ertuğrul’un şapkasını alıp gitmesinden sonra kurumun tarihindeki yöneticiler de pek parlak değil aslında (Nasıl görevden alındığını bilemeyen insancıl, dürüst, ilerici, gerçek sanat adamı Ergin Orbey dışında)… Başbakanla birlikte haklı direnişi basanı, kendi sanatçılarını gammazlayanı, yakın çevresi dışında kimseyi oyuncu saymayanı, her rolü kendine yazanı ya da ismini değiştirip ihtilalcilere göz kırpanı, bakana tepsi taşıyıp çay ikramı yapan her devrin adamı kurnazı, müsteşara repertuvar açıklatanı ya da sahibinin sesi çanta taşıyıcı kindarı genel müdür, hoca diye bağrına basanların, küçük menfaatler peşinde tutuculuğu, bozuk düzeni koruyanların her tür değişime topyekün, ellerinde ne varsa karşı geleceği malum. Turgut Özakman ve Mine Acar dönemlerinde yaşandığı gibi. Bununla baş etmek de kolay değil…
Ancak Devlet Tiyatrosu bir sanat kurumu olabilme iddiasındaysa eğer… Kurumun içinde hala değerli sanatçılar; oyuncular, tasarımcılar, teknik elemanlar var. Bölgelerde eminim gözleri çakmak çakmak, iyi iş yapmak isteyen, eşitlik, adalet bekleyen gençler de… Eldeki tek güç bunlar!
Ve kurumun yamalı yasası… Devlet Tiyatrosu’nun özerkliği bir yasa ile korunur anayasada… Delinmiştir, ama yürürlüktedir.
Kurum içinden oyuncu yöneticilerin politikacılara yol göstereceğine onlara yaranmak için attığı taklaları iyi biliriz. Farklı düşünen, yenilik, çağdaşlık isteyen öğrencisini, sanatçısını uzak turnelere mahkum edeni, genç, mesleğini yapmak isteyen insanları rol vermeyerek, öteleyerek, aşağılayarak intihara, alkol batağına sürükleyenleri gördü bu kurum. İsmini politika rüzgarına göre değiştirip genel müdürlüğe ulaşan, sonra bırakmayan, kendi çıkarını, koltuğu her şeyin üstünde tutanı oldu. Ona okulcu, tutucu sürüler taptı. Büyük hoca dedi. Ve onların, daha sonra çanta taşıyıcılarının, sahibinin sesi çapsız kifayetsizlerin politikacılara, bürokratlara yalakalık yapa yapa kurumu getirdiği nokta, işte şu anki durum. Daha dip yok.
Bilen bilmeyen konuşuyor. Ben bu kurumun içinde doğdum. Çok daha fazlasını bilirim. Acı gerçekler ne yazık ki bunlar…
Değişim isteyen, keskin fikirlerini derhal yürürlüğe sokan ve ayrıca köklü, sanatçı bir aileden gelen Rahmi Dilligil’in sonu hapiste bitmiş ve kurumun, sanatçısının itibarsızlaştırılması süreci bu çarpıcı olayla başlamıştı. Değil mi? Ben Rahmi Dilligil’in suçlu olduğuna hiç inanmadım.
Oldukça zor bir görev... Cesaret gerekir. Hayırlı olsun.”
Kemal Aydoğan
“Devlet Tiyatrosu yanılmıyorsam 1950’lerde hayatına başlıyor. O günün toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda bir yön çiziyor. Devletin makbul vatandaş yetiştirme yönetiminin bir aracı olarak yaşamını sürdürüyor. Seyirciye tiyatro izlerken neler yapması gerektiğinden ne düşünmesi gerektiğine hangi kültürel ürünlerle temas etmesi gerektiğine kadar bir 'benlik' yapılandırma aracı diyebiliriz. 1980 ile birlikte ülkenin tüm dünya ile birlikte girdiği neoliberal iklim bu kuruluş motivasyonunda birtakım zedelenmelere sebep oldu kanımca. Bugün gelinen noktada ise DT bir kabuğa dönüşmüş durumda. DT’nin 50 küsur sahnesi varken tüm Türkiye’de özel tiyatroların sayısı 1000’e yaklaşmakta takriben. Ancak tüm özel tiyatrolara 30 milyon destek verilirken DT’nin bütçesi 700-800 milyon civarı olmalı. Yani kamusal bütçe adaletsiz bir biçimde dağıtılmaktadır. Ayrıca merkezi bir yapıya sahip olan DT özerk özgür bir sanat kurumu olma özelliğini de yitirmiştir. Son genel müdür ataması tam da bu merkezi yönetim anlayışının billurlaşmış halidir. Değil toplum, kurum çalışanlarına bile sorulmaksızın keyfi bir atama yapılabilen bir kuruma dönüşmüştür. DT devlettir. Devlet sanat yapamaz, toplum sanat yapar, kamu sanat yapar kanaatimce. Devlet sanat yapmaya devam ettikçe şu anki genel müdür atamasını mumla arar hale gelebiliriz.”
Nesrin Kazankaya
“Türkiye’nin önemli bir kültür kurumunu yok etmektir bu. Cumhuriyetimizin önemli yapı taşı, yıllarca tutkuyla hizmet verdiğim Devlet Tiyatroları’na vurulmuş acımasız bir darbe. Çok üzgünüm. Haydi yeni oluşturulmak istenen Türkiye’deki liyakatsizliği bir kenara bırakalım, böyle bir makama 'getirilen' bir kişi hiç mi kendiyle yüzleşmez, geldiği makamdan ürkmez… Zaten uzun zamandır sanatsal bir erozyona uğratılan DT, bu akıl dışı hamleyi hazmetmeyecektir. Tiyatro sanatı atamalarla, makam özlemleriyle yapılamaz. Bunu hayal edenler kendi tutku alevlerinde kül olup giderler. Öfkeden çok utanç duyuyorum.”