Karakteri anlamadan soymanın pornografisi, Marilyn Monroe ve Blonde
"Blonde", Marilyn'i neredeyse yarısından fazlasında çıplak gösterirken, onun ruhunun derinliklerine inmek için en ufak bir çaba sarf etmiyor. Otobiyografik açıdan da çarpıtılmış öğelerle dolu bu upuzun acı, şiddet, gözyaşı ve istismar pornografisi, yıldızın trajedisini sonuna kadar sömürüyor.
“İnsanın kendini fazlasıyla iyi tanıması ya da öyle sanması hiç
eğlenceli değil. Herkesin kendisini ileri götürecek ve yıkımları
atlatmasına yarayacak kadar kibre ihtiyacı var.”[1] 17 yaşındayken
yazdığı uzun bir nottan bu parçayı okuduğumda, gerçek Marilyn
Monroe’yu tanımaya dair müthiş bir merak uyanmıştı içimde. O günden
beri hakkında yazılmış, çekilmiş sayısız biyografinin bir kısmını
izledim. Hiçbiri beni kendi yazdığı notlar kadar etkilemedi. Ama
sanırım şu ana kadar baştan sona isyan hissiyle izlediğim tek
biyografisi “Blonde” oldu.
“Bir ticari nesne, bir iş dalı olarak Marilyn Monroe asla
ölmeyecek.” Trajik ölümünü ve ardındaki gizemi anlatan bir
belgeselde[2] Marilyn Monroe için böyle deniyor. Andrew Dominik’in
Joyce Carol Oates’in aynı adlı romanından uyarladığı, Netflix
yapımı “Blonde”, bu daima kârlı “işi” bir adım öteye taşıyor. Film,
ele aldığı gerçek karakteri ölümünden 60 yıl sonra neredeyse
yarısından fazlasında çıplak gösterirken, onun ruhunun
derinliklerine inmek için en ufak bir çaba sarf etmiyor.
Otobiyografik açıdan da çarpıtılmış öğelerle dolu bu upuzun acı,
şiddet, gözyaşı ve istismar pornografisi, Marilyn’in trajedisini
sonuna kadar sömürüyor. Mümkün en eril bakış açısıyla, hatta tüm o
gösterişli estetiğine rağmen, temelde sıradan bir porno filmin
bakışıyla. Aşağılıyor, eziyor, nesneleştiriyor ve bundan büyük zevk
alıyor.
Blonde- Ana de Armas
“Blonde”, dünyanın en parlak yıldızlarından birini çocukluk
travmalarına indirgenmiş bir kurban olarak anlatıyor. Ortalama bir
yerli melodramda karşılaşabileceğinizden daha basit bir formülü
var: Marilyn’i oynayan Ana de Armas filmin yarısında hıçkıra
hıçkıra ağlıyor, kalan yarının çoğunda da tecavüzlere uğruyor,
itilip kakılıyor ya da ortalarda sersem sersem dolanıyor. Oyuncunun
günahı değil bu, metin böyle. Marilyn’in Başkan Kennedy’ye otel
odasında yaptığı, yakın planda, lüzumsuzca uzun oral seks
sahnesiyle hele, film niyetini iyice açık ediyor. Norma Jean’i seks
bombası Marilyn Monroe olarak lanse eden sistemin acımasız
çarklarını sözde eleştiriyor film. Ama çizdiği portre bundan da
beter, seks bombası olarak kurban, babasızlık travmasını sevdiği
her erkeğe “daddy daddy” diye hitap ederek aşmaya çalışan bir kadın
olarak zavallı-kurban, evinin kadını olmakla şöhret ve taciz
çarkları arasında sıkışıp kalmış bir kadın olarak yine kurban. Çok
okuduğuna, bazen ilginç tahliller yapabildiğine (inanır mısınız
kadın konuşabiliyormuş tarzında sahneler bunlar da…) ilişkin birkaç
sahne serpiştirmesine rağmen aynı zamanda bir aptal sarışın
portresi, çizilen.
Ana de Armas (solda) - Marilyn Monroe
(sağda)
Flaubert’in çok sevdiğim ve sıkça kullandığım bir sözü vardır.
“İnsan bir dostunun biyografisini yazarken bunu hayattan onun öcünü
alır gibi yapmalıdır.” İlle bir dostumuz olması gerekmiyor, bir
hayatı anlatma sorumluluğunun her zaman böyle bir şefkatli ve adil
bakış açısı gerektirdiğine inanırım. Bu karakterini bilinçlice, bir
erkek fantezisine hitap edecek şekilde, ölümsüz bir yıldızı
günümüzün en çok arzulanan kadın yıldızlarından Armas’ın bedenine
sokarak “soyup” ondan bir de böyle yararlanan filmin en kötü yanı
da işte: Gaddarlığı anlatan bir film değil “Blonde”, baştan sona
gaddarca ve bundan da büyük zevk alan bir film.
Filmin bu acımasızlığı bende, filmden fazla, Marilyn’den
bahsetmek, onu bilebildiğimce anlatarak filmden onun öcünü almak
arzusu uyandırdı. Kafka Okur dergisinin 2021 Mart sayısı
için uzunca bir Marilyn Monroe portresi hazırlamıştım. Aşağıdaki
kısımda büyük ölçüde o portremden yararlanacağım.
Marilyn Monroe bu filmde anlatılan pasif, aklı daima beş karış
havada, güzelliğinin yanı sıra bu nedenle de ayrıca kullanılan bir
kurban değildi. Daima hakikati arayan, mükemmeliyetçi, çalışkan,
iyi kalpli, ilerici bir insandı. Sadece çocukluk travmaları ya da
erkek dünyanın en favori sömürü nesnesi olan güzelliği nedeniyle
çekmedi yaşadığı acıları. Verili dünyayla tatmin olmayan, derdi
para pul, şöhret değil hakikat olan gerçek bir sanatçı ruh olarak
da acı çekti.
1926 yılında doğan Marilyn Monroe, mensubu olduğu “sessiz
kuşak”tan Z kuşağına her yaştan, her cinsiyetten insanın adıyla
tanıyabildiği ender yıldızlardan biri. Benzeri yok bile denebilir.
Hala bardak altlıklarından sandalyelere her yerde
rastlayabiliyorsunuz. Isırıla, koparıla, çiğnene tükürüle yok
edilemeyen cinsten, tuhaf bir ölümsüzlük bu.
Dünya Marilyn’i çok sevdi. Dünya çocukluğundan başlayarak
Marilyn’i arsız bir iştahla “yedi” ve bitiremedi. Burada
güzellikten de cinsellikten de çok fazlası var. Yoksa sırf kendi
kuşağından en az beş kadın oyuncu bu orta boylu, narin yapılı,
balık etli, göz alıcı olduğu kadar da “kusurlu” güzelden daha
kalıcı olurdu. Marilyn’i ölümsüz kılan, ondaki kırılganlık ve güç,
çocuksuluk ve kadınsılık, ışık saçan özgüven ve giderilemez
güvensizlik, teslimiyet ve ele avuca sığmazlık, neşe ve melankoli
dengesiydi. En yoğun anlarında bize ölümlü olduğumuzu
hatırlatan hayatın o tezatlar yumağı, vazgeçilmez çelişkisi: Hem
çok uzak, hem çok yakın.
Marilyn’i Marilyn yapan şeylerden biri anlaşılma yanılsaması
yaratan derin bir anlaşılamamışlıktır. Kennedy’lerle skandal
ilişkisinin ardından 36 yaşında yatağında ölü bulunduktan sonra
morgda çıplak fotoğraflarının çekildiği iddia edilir. Dirisi de
ölüsü de her santimine kadar biliniyordu. Yine de ne bugüne dek
ölümü tam olarak aydınlatılabildi ne de o savunmasız beden ve ruh
çıplaklığı onu daha anlaşılabilir kıldı.
Marilyn Monroe
Marilyn’in imgesi, önümüze her düştüğünde, hiç gitmediğimiz,
fazlasıyla turistik bir yer türünden hisler uyandırır: Hiç
tanımadan onu avucumuzun içi gibi bildiğimize inanır ve sonsuz
yanılırız. Marilyn herkesindir ve onun hakikatine sahip olamaz
kimse.
Hakkındaki pek çok biyografinin yanı sıra kendi notlarından da
anladığımız kadarıyla parlak bir neşeyle ruhu mengenede tutan bir
acı ve yalnızlık duygusu arasında savruldu durdu. Onca şöhret,
para, parıltıya rağmen kısacık hayatının hiçbir döneminde günümüzün
ortalama bir yıldızı kadar bile duygusal bir konfora, huzura sahip
olamadı. Koruyucu ailelerle büyümüş gayri meşru bir çocuk olarak
hep bir yuva kurmak istedi, evet. Daima şefkat, onaylanma ve aşkı
bir arada aradı, üç evliliği de giderek artan oranlarda hayal
kırıklığıyla sonuçlandı. Ama Marilyn bir seks bombasından ibaret
olmadığı gibi bir “aşk kadını” ya da temelde/bulabilse “yuvasının
kadını” da değildi. Bu sıfatlara sığmıyordu.
“Aptal sarışın” imajına tezat biçimde çok yüksek IQ’ya sahip
olduğu bilinen, çocukluğundan beri okumaya, yazmaya ilgi duyan,
entelektüel kapasitesi yüksek bir kadın olarak Marilyn zeki ve
entelektüel erkeklere ilgi duydu. Yazar Arthur Miller’la büyük
aşkının yarattığı hayal kırıklığı belki de en ağırıydı: Tam da onu
çok iyi anlayabilecek bir adama benzediği için. İnsanı en çok
kıran, gardlarını indirdiği, anlaşılabileceğini, olduğu gibi kabul
edilebileceğini düşündüğü yerde ona hayat kadar hoyrat
davranılmasıdır çünkü. Sıradan görünmeyendeki sıradanlık, her şeyin
bilgisine sahip görünen erkeğin “erk”in olanaklarına gönül indirme
kapasitesi… 16 yaşındayken evlendiği söylenen alabildiğine sıradan
James Dougherty’den de, şöhretinin parıltısına on ay tahammül
edebilse de arkadaş olarak hayatında kalan ünlü beyzbolcu Joe
DiMaggio’dan da daha büyük acı vermiş olmalı, çok iyi başlayan bu
evlilik.
Marilyn Monroe Arthur Miller
“Blonde”, Marilyn’i tanıtamadığı gibi, aslında erkek
karakterlerini ve Marilyn’in hayatındaki etkilerini de yeterince
iyi anlatmıyor. Arthur Miller’ı mesela, Adrien Brody’nin çok iyi
oyunculuğuna rağmen, sevdiği kadını yeterince sevemeyen, onu kendi
egosundan ve çevresinin alaycılığından sakınamayan bir adam olarak
tanıyamıyoruz. Suçlu yine Marilyn’in travmaları, baştan kayıp ruhu
oluyor. Bu arada şu ana dek Marilyn’i canlandıran tüm güzel ve
parlak oyuncular gibi Armas’ın da yıldızın karizmasının çeyreğini
bile yansıtamadığını söylemeden edemeyeceğim. Bunda Marilyn’in
tuhaf özgünlüğü kadar felaket senaryonun da payı var ama. Yoksa
fiziki benzerlik sağlanmış ve Armas elindeki metni olabildiğince
iyi oynamış.
Marilyn’in annesiz büyürken güzel, tatlı bir çocuk olarak
kaldığı her yerde ilgi, şefkat görse de tacizler yaşadığı
biliniyor. Çocukluğundaki kekemeliğinin de bu travmalardan
kaynaklandığı iddia ediliyor mesela. Kadınsılığa dâhil çocuksuluk
hegemonik erkeklikçe inşa edilen kolektif imgelemde daima seksi
bulunmuştur. Marilyn’in duyulur duyulmaz bir ses tonuyla, çok
yavaş, onu iyice çocuk-kadınlaştıran konuşma tarzının bir seksilik
arayışından değil, uzun yıllar cebelleştiği kekemelik tedavisinden
kaynaklandığı söyleniyor. Çocukluk travmalarının sonuçlarıyla
başa çıkma mücadelesinin bile seksapele katkısı Marilyn imgesini
çözümlemekte bize bir anahtar sunuyor. Filmse bu gibi ayrıntılarla
uğraşmaya hiç zahmet etmiyor, halbuki karakteri kuran, biraz da
bunlardır.
“İstikrarlı sevgi ve bakım eksikliği… Sonucu dünyaya karşı
güvensizlik ve korku. Tüm bunların bana tek faydası oldu,
çocukların, hasta ve güçsüzlerin temel ihtiyaçlarını öğrendim.”
“Dünyada zulme uğrayan herkes için yoğun duygularım var” diyor.
Marilyn’in kendi çocukluğuna ilişkin yorumları, çektiği acılardan
vıcık vıcık bir baba fantezisinden çok daha fazlasını çıkardığını
anlatıyor. Yaralı çocukluğunun izlerini narsisistik bir kırılganlık
ve doymak bilmez bir ilgi açlığından çok öteye, başkalarıyla, zulme
uğrayanlarla yoğun bir empatiye dönüştürmeyi başarmış olgun bir
ruhu gösteriyor.
Ana de Armas
Marilyn sinema endüstrisinin onu kodladığı “aptal sarışın”
rolünden kolaylıkla sıyrılabileceğini gösteren film seçimleri
yaptı. Dünyaca tanınmış bir aktrisken bile makyajsız, sıradan
giysiler içinde, kendini olabildiğince gizleyerek oyunculuk
derslerine katıldı. Giderek artan bir yoğunlukta, sayısız
psikoterapi seansı aldı, psikoterapiye büyük bir ilgi duydu. Hep
kendini geliştirmeye çalışan, ruhunun derinliklerine dalmaktan
çekinmeyen biriydi. “Blonde” kabus, trajedi, pornografi döngüsüne
öylesine saplanmış ki, bu yönlerini neredeyse göremiyoruz
yıldızın.
Daima spotlar altında geçen bir
yaşamda ister istemez hep göründüğünden fazlası olduğunu
kanıtlaması gerekse de, Marilyn’in esas derdinin de kendini
öncelikle kendine beğendirmek olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir
mükemmeliyetçi. “Ulysses” okurken verdiği poz, bir “poz”dan ibaret
değil. Hayatı boyunca aldığı notlar, yazdığı şiirler içten,
sanatçı, derin bir yaradılışın ipuçlarını veriyor. Marilyn daima
kendisiyle yüzleşmeye çalışan, hakikatin peşinde bir ruhtu ve
göstermelik değil, içten bir tevazuya sahipti.
“Sadece parçalarımız dokunacak başkalarının parçalarına- insanın kendi gerçeği bu yalnızca- insanın kendi gerçeği. Sadece başkasının bildiği, kabullendiği parçayı paylaşabiliyoruz. Dolayısıyla insan Çoğunlukla yalnız Bu açıkça doğamızda olduğuna göre Belki en fazla, anlayışımız bir başkasının yalnızlığını arayıp
bulabilir.”
İlerleyen yıllarda yazdığı çok sayıda tarih atılmamış şiirden
bir parça, bu da. Çok ama çok iyi bir şiir. Yazdıklarında
sıklıkla kendini yalnız hissettiğinden dem vurmakla birlikte
kalabalık grupları çok sevmiyor. İkili ilişkiye daha çok değer
veren bir yanı var ki en az güven sorunları kadar, gündelik,
yüzeysel konuşmaya sığmayan derinlik ve hakikatin peşinde olduğunun
göstergesi.
“Bence Marilyn onunla yeni tanışan insanlar üzerinde neredeyse
ezici, kahredici bir etki bırakıyor. Sadece güzel olduğu için
değil, aynı zamanda hudutsuz bir yaşam gücü ve inanılmaz bir
masumiyet yaydığı için. Aynısını Afrika’daki yerli hizmetkârlarımın
bana getirdiği aslan yavrusunda görmüştüm. Onu yanımda tutmadım
çünkü bunun yanlış olacağını hissettim. Ama yaydığı fethedilemez
gücün ve tatlılığın verdiği bunaltıcı hissi asla unutamam.
Afrika’nın tüm vahşi doğası bana gözlerini dikmiş, muazzam bir
muziplikle bakıyordu.”
Ölümünden üç yıl önce, bir öğle yemeğinde onunla tanışan
Danimarkalı yazar Karen Blixen (Isak Dinesen) Monroe’ya dair
gözlemlerini bu ilginç cümlelerle dile getirmiş.
Neşesi de, melankolisi de, tutkusu da, korkuları da çok sahici
bu özgün ruhu çok erken yaşta yitirdi dünya. Yaşasaydı kaygılarıyla
daha iyi başa çıkabileceğine, en iyi performanslarını
sergileyebileceğine inanıyorum. Ama yaşadığı kadarıyla da dünyanın
hoyrat belleğinde şefkat, kırılganlık, fethedilemez doğallık,
masumiyet ve zekâ dolu altın bir iz bıraktı.
“Blonde” işte bu yoğun, güçlü ve hâlâ anlatılmaya değer izi
pornografik bir kabusa çeviriyor. Bana göre en iyi yanı, yarattığı
haksızlık duygusu nedeniyle gerçek Marilyn’i tanıma ve tanıtma
ihtiyacı doğurması.
NOTLAR:
[1] “Marilyn Monroe- Notlar. Yayına Hazırlayanlar: Stanley
Buchthal ve Bernard Comment. Çev. Beril Tüccarbaşıoğlu Oğul,
Artemis Yayınları, İstanbul, 2014 . (Yazıdaki Marilyn Monroe’ye ait
notlar ve alıntılar bu kitaptandır.)
[2] “Marilyn Monroe Declassified” belgeseli, Paul Davids,
2016