Tarih doğru seçim yapıp ısrar edenlerin önce kendilerini, sonra da çevrelerini nasıl da değiştirdiklerinin binlerce örneğiyle dolu. “Hayatım film” diyen her karakterin hayatının akışını değiştirecek bir seçim anı vardır. O gün, bu gündür belki de.
Sinemada karakterin yolculuğunun belirli durakları vardır. Klasik senaryo şablonunda bir noktadan hareket eden karakterimiz serüveni boyunca çeşitli kararlar almak ve bir kavşakta önüne çıkan seçeneklerden birisini seçmek zorunda kalır. Verdiği/vereceği karar filmin finalinde nasıl bir insan olacağını, nasıl bir çevrede yaşayacağını da belirleyecektir.
Örneğin, Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde Âzem ve çocukluk arkadaşı Cemil’in yolları yıllar sonra kesişir. Birlikte geçirdikleri süre öncesinde hayatına dair bir sorgulama ihtiyacı hissetmeyen Cemil, Âzem’in önüne seçim yapma seçeneğini koymasıyla bir eşiğin önüne gelir. Bir seçim yapmanın kaçınılmaz olduğu an gelmiştir ve Cemil’in yanlış tercihi aynı zamanda sonu olur.
Yanlış tercihin yakıcı sonuçlarını yaşayanlardan birisi de “Matrix” serisinin ilk filmindeki karakterlerden birisi olan Cypher’dır. Statü edinmek, kişisel hırslarını öne koyarak ev-araba sahibi olmak, gerçeğin zorluğundan kaçıp sanal olanın güzelliğinde avunmak için arkadaşlarına ihanet eder. Ve gerekçesi ise şöyledir: Cehalet mutluluktur! “Matrix” evreninin varlığını sürdürebilmesi için buna inanan daha fazla Cypher’a ihtiyacı vardır çünkü. Her ne kadar serinin sonunda tuhaf bir uzlaşma gerçekleşse de doğru olanı tercih edenler nihayetinde olmak istedikleri kişiye dönüşmeyi başarıyordu.
“Star Wars”ta küçük Anakin Skywalker’ın yoksul kulübelerine düşen Darth Vader gölgesini fark ettiğimizde hala bir seçim şansı olduğuna inanmak istemiştik. Ancak, o daha fazla güç, insanlara hükmetmek için bir ucubeye dönüşüp Darth Vader olarak hayatına devam etmeyi tercih etti. Oysa bu tercihten kısa bir süre sonra başına buyruk, kendisinden başka hiç kimseyi umursamayan, galaksinin diğer canlılarının başına gelecek şeylere dair en ufak bir kaygı bile taşımayan Han Solo bir tercihin kapısına geliyor ve seçimini hem kendisi hem de galaksi için doğru olandan yana yapıyordu.
Thelma ve Louise, ‘sıradan’ iki kadın gibi görünürler filmin ilk başlarında. Küçük bir hafta sonu kaçamağı olarak planladıkları tatil sorunlu bir erkek tarafından tehdit edilmeye başlayınca korkularına geri dönmek ile üzerine gitmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaklardır. Tercihleri ikincisinden yana olur. Hayatlarının sonuna kadar ‘sıradan’ olmak yerine kısa süre de olsa özgür olmak çok daha iyi bir seçimdir çünkü.
“İki Gün ve Bir Gece”nin işten atılmakla tehdit edilen özgüvensiz işçisi Sandra, depresyon ilaçları alıp kendisini yatağa hapsettiği günlerin ardından ayağa kalkıp işi ve hayatı için mücadele etmeyi seçtiğinde işini geri alabileceğini umuyordu. Mücadelesi büyüdükçe umudu daha da arttı. Finalde işini geri alamamıştı ama evine doğru yürürken filmin başından bu yana sırtına binmiş ağır bir yükü taşır gibi kamburlaştırdığı boynunun düzelişini, özgüveninin yerine gelişini, kaybetmiş olsa bile kazanmayı hak ettiği bir mücadeleyi seçmiş olmanın verdiği gururun bütün bedenini sarıp sarmalayışını görmek bizi de heyecanlandırmıştı.
En nihayetinde hiçbir seçimde bulunmayıp hayatın karanlığında savrulup giden karakterleri; Hollywood ana akım sinemasında yalnızca kendisinin ya da birinci dereceden sevdiklerinin derdine düşüp etrafındaki felakete aldırmadan mutlu olabileceğini sananları da gördük. Ama en çok o an geldiğinde doğru seçimi yapanları, kendilerini ve çevrelerini değiştirenleri, başaramasalar bile denemiş olmanın huzurunu yaşayanları sevdik. İnsanın sürüklenen bir varlık değil, seçimler yapıp kendisini ve çevresini değiştiren bir canlı olduğunu anlatan filmlere kaydı gönlümüz.
Tarih doğru seçim yapıp ısrar edenlerin önce kendilerini, sonra da çevrelerini nasıl da değiştirdiklerinin binlerce örneğiyle dolu. “Hayatım film” diyen her karakterin hayatının akışını değiştirecek bir seçim anı vardır. O gün, bu gündür belki de.