Covid-19 sağ olsun, daha iki hafta öncesine kadar hak ve özgürlüklerimizin gaspı olarak gördüğümüz her türlü kararın ileri merkeziyetçi bir düzeni besleyecek şekilde otorite tarafından empoze edilmesini olağan karşılar olduk. Hatta kimilerimiz, pozitif vaka sayıları günlük bazda ikiye katlanarak çoğalırken Ankara’nın hala sokağa çıkma yasağı ilan etmemiş olmasından endişeli. 15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından yıllarını Türkiye’deki olağan üstü hal rejiminin bir an önce sonlandırılması çağrılarıyla geçiren Avrupa ülkeleri, virüs korkusuyla olağan üstü hallere teslim oldu. Aynı şey değil elbet; olağan üstü hal var diye İspanya’da, Fransa’da, İtalya’da hükümetin politikalarını eleştirenler karga tulumba cezaevine konulmuyor. Yine de devlet eliyle bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına vatandaşın gönüllü ortaklık etmesi Batı açısından yeni bir parantez. Salgın vurana kadar zaten pek çok üye ülkede hükümetler aşırı sağcı popülist siyasi partilerin eline geçmişken, Avrupa Birliği’nin korona parantezinden neye benzeyerek çıkacağı kocaman bir muamma.
Birliğin kurucu devletlerinden olan İtalya’ya sırtını dönen bir Avrupa Birliği’nin bundan sonra kime hangi yüzle ahlaki üstünlük satacağı bir yana, işin ekonomik politiğinin gitmekte olduğu istikamet çok daha ürkütücü. Gideon Rachman geçen hafta Financial Times’da öngördüğü felaket senaryosunu yazdı: “Halihazırda Çin en kötü günleri atlatmış, Batı'daki salgın ise yeni başlamış gibi görünüyor. 2008'deki mali çöküşle yaşanan son küresel kriz, Batı'nın özgüvenini sarsarken bir taraftan da siyasi ve ekonomik gücün Çin'e doğru kaymasına neden olmuştu. 2020 koronavirüs krizi ise dengelerde bundan çok daha büyük bir kaymaya neden olabilir. Çin'in ileride olduğu ve Batı'nın önlenemez bir çöküş yaşadığı görüşü, daha çok taraftar kazanacaktır. Hem Çin'de hem de Batı'da otoriterizm taraftarı ve demokrasi karşıtı görüşler büyük bir cüretle savunulacaktır.”
Aşırı korumacı ve doğası itibarıyla milliyetçi korona tedbirlerinin ilerde başka meselelerin yönetimi için iktidarlar tarafından emsal olarak kullanılmayacağının garantisi yok. İbre bir kez otoriterizme kaydı mı o noktadan dönüşün kolay olmadığına Avrupa’da en keskin örnek Macaristan. Hükümetin 20 Mart’ta parlamentoya sunduğu yasa tasarısı Başbakan Viktor Orban’a koronavirüs mücadelesi gerekçesiyle her türlü yasayı askıya alarak sınırsız süreyle kararname ile yönetme yetkisi verilmesini öngörüyor. Tanıdık geldi mi?
Orban’ın siyasi ruh ikizi ABD Başkanı Donald Trump cephesinde ise işler daha karmaşık. Covid-19 alışık olduğu düşmanlara hiç benzemediği için Trump, siyasi söylem kurmakta zorlanıyor. Uzun soluklu belirsizlik yönetimi, yaşadığı anda kalarak siyaset yapmaya alışık Trump’a göre değil. Rakibi kanlı canlı bir insan olduğunda vahşi bir kaplana dönüşebilen Başkan gözle göremediği virüs karşısında ne yapacağını şaşırdı. Covid’i önce Twitter’dan azarlayıp ertesi gün mitinglerde yandaşlarına yuhalatamıyor da.
Önce virüsün havalar ısınınca kendiliğinden kaybolacağını söyledi. Kısa süre içinde salgının yaz sonuna kadar hatta daha uzun sürebileceğini açıklamak zorunda kaldı. Amerikalı tıp otoriteleri zaman vermekten itinayla kaçınırken aşının çok yakında hazır olacağını söylemeye devam etti. Tüm bunları yaparken her zamanki gibi kendisinden son derece memnundu. Korona meselesine ne kadar hakim olduğunu şu sözlerle savundu: “Doğal bir yeteneğim var. Belki de başkan değil de doktor olmalıydım.”
Trump, Covid-19’u ABD ile Çin arasındaki ilişkileri iyice gerecek bir politika aracı olarak kullanmakta da bir beis görmedi. Daha ilk günden meselenin küresel salgın boyutuna ulaşmasında Çin’i suçladı, virüsü ‘Çin virüsü’ diye etiketledi. Kabinesi de onun izinden yürüdü. Trump’ın Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, direksiyonunda oturduğu kurumun geleneksel araçlarını küresel hezeyanı dindirme hedefiyle kullanmak yerine Pekin yönetimiyle kavgada el arttırmayı tercih etti. Pompeo NBC kanalında çıktığı bir canlı yayında “Wuhan virüsünü kontrol altına almaya ve aşı geliştirmeye gerekli olan verilere ulaşmak için Çin Komünist Partisi ile çalışmak son derece sinir bozucu” diyebildi.
Trump yönetiminin korumacı ekonomik politikalarına yön veren iki kilit isim, Ticaret Bakanı Wilbur Ross ve Beyaz Saray Ticaret Konseyi Direktörü Peter Navarro, zaten ezelden Çin düşmanı. Sadece Çin’le ticarete değil, serbest ticarete de alerjisi olan isimler. Dolasıyla da Wilbur Ross’tan salgın sayesinde Kuzey Amerika’daki işgücü pazarının güçleneceği kehanetini duymak sürpriz olmadı. Peter Navarro ise koronavirüsü bahane edip Trump’a ABD’nin ilaç ve tıbbi malzemenin Çin’de üretimine dayalı modelden uzaklaşması yönünde sufle veriyor.
Çin’in propaganda makinası da geri durmuyor. Trump yönetiminin Covid-19’a milliyet biçen söylemine, Çinli yetkili ağızlar virüsün aslında ABD’den yayıldığına yönelik bir anti-dezenformasyon kampanyasıyla yanıt veriyor.
Bu keşmekeşin ortasında ABD Dışişleri Bakanlığı, Çin’in beş medya kuruluşunu hükümetin kolu olarak kodladı ve ülke içinde yabancı medyaya sağlanan imkanlardan men etti. Genel olarak gazetecilere hayatı dar etmek için virüs, küresel salgın gibi bahanelere ihtiyaç duymayan Pekin yönetimi de misilleme olarak New York Times, Washington Post ve Wall Street Journal’ın 13 muhabirini sınır dışı etti.
Bir de Covid-19’u ‘hafif bir grip’ ilan edip siyasi rakiplerinin ve medyanın kendisini iktidardan düşürmek için virüsü abarttığını savunan Brezilya’nın aşırı sağcı Cumhurbaşkanı Bolsanaro var. Kısacası virüs nedeniyle bizim kendi küçük dünyalarımız takla atmış olabilir ama post-truth* cephesinde değişen bir şey yok!
*Post-truth’un (gerçek ötesi) Oxford Sözlük’teki tanımı şu; nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu. Post-truth siyaset kavramı ise gerçeklerin öneminin olmadığı bir siyasal alan için kullanılıyor.