1960’lı yılların başında Karataş’tan İsrail’e ilk büyük göçler yaşandı. Gidenler için ayrı belirsizlik, geride kalanlar için ayrı bir kültürel çölleşmenin başlangıcıydı bu... Mahalleye çöken kalın bir hüzün örtüsü, her göçen aileyle birlikte daha da ağırlaşıyor; gidenler ise geride bıraktıkları anılarına dört elle sarılarak yıllar boyu arafta yaşamaya mecbur kalıyorlardı.
İzmir’de Karataş Yahudi Hastanesi’nde başladı benim yaşam öyküm. Kentin kalbi, Konak’tan hemen sonra sahil şeridi boyunca Karantina semtine dek uzanan, iç kesimlerden de yukarıya doğru çıkan Karataş semtinde günün ilk cılız ışıkları saydam sulara vurmaya başlamıştı.
Yazdan kalma, sıcak bir sonbahar sabahıydı. “Saatlerden meçhul”! Öbek öbek yaseminler ve sarmaşık gülleriyle kaplıydı mahalle. Ve bu çiçeklerin kokularının havada burikitaslarla, gato salamla, filikasla, fritada çeşitleriyle bir noktada birleşmesi sonucu tüm semt mis gibi kokuyordu. Sanki tüm o sokakların dili çözülüp ortak hikayelerini sereceklerdi önümüze.
Üç katlı tarihi taş binaya annemin karnında ferforje bir kapıdan süzülerek ışık hızıyla girmiş, İzmir’in tanınmış kadın doğum uzmanlarından Dr. Viktor İsrael’in ve deneyimli ebelerin yardımıyla ertesi gün aynı kapıdan dünyaya, “kamusal alana” menekşe rengine çalan gözlerimi çipil çipil açmış şekilde selam durmuştum.
Penceremizin içinde bir kumru, beni selamlıyordu gri başı ve cılız kanatlarıyla. Az ileriden boyozcunun nidası geliyordu elinde kalan son çıtır çıtır parçaları satma telaşında.
Daha sonraları, boyoz’un İspanyolcada “bollos”, yani küçük somunlar anlamına geldiğini ve 15.yüzyıl sonunda İspanya’dan Türkiye’ye göç eden Sefarad Yahudileri tarafından İzmir mutfağına taşındığını öğrenecektim.
Tomris Uyar, “Doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli” der. Dünyaya gözlerimi açtığım o anda neler hissettiğimi bilmek isterdim. Mesela doğumumun gerçekleştiği mahallenin, İzmir’in Yahudi cemaati açısından, Mösyö Nesim’ler, Madam Sara’lar, Esmeralda’lar ve Avramaçi’ler açısından taşıdığı özel ve biricik anlamı hissedebilmiş miydim soluduğum havada, beni doğurtan mahir ellerde ve bölgenin yaşanmışlık kokan sokaklarında?
Peki neden Karataş? Bilmeyenleriniz için kısa bir özet yapayım:
Karataş’ın tarihi 19.yüzyıl başlarına dek uzanır. Öncelikle 1820 yılında kimsesiz Ermeni çocukların barınmasına yönelik bir yurt ve okul yaptırılır. Ardından mektebe Ermeni çocukların yanı sıra Türk ve Yahudi çocuklar da gelmeye başlar.
Yahudiler, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomik açıdan güç kazanarak bugünkü ismiyle İzmir’in Göztepe, Karataş ve Karantina bölgelerine yerleşirler. Aynı yıllarda bölge de imara açılır ve denize inen merdivenler, kayıkhaneler, fıskiyeli havuzların ve mermer heykellerin olduğu bahçeler ile birbirinden güzel sayfiye evler inşa edilir.
Karataş bölgesi, Nesim Levi Bayraklı’nın üç katlı 30 odalı evini ve ona bağlı üç ayrı binayı hastane olarak kullanılmak üzere İzmir’in Yahudi cemaatine hibe etmesiyle kurulmasına öncülük ettiği Karataş (Yahudi) hastanesiyle, Dario Moreno sokağındaki Tarihi Asansör’le ve 1907 yılında inşa edilen Beth Israel Sinagogu ile ön plana çıkar.
Yahudiler, 1800’lerin sonlarına doğru İzmir nüfusunun yüzde 7’sini oluşturuyordu ve sayıları 15 bin ila 16 bin arasında değişiyordu. İkinci Dünya Savaşı ve akabinde 1948'de İsrail Devleti kurulduktan sonra İsrail’e ufak çaplı göç dalgaları başladıysa da, 1960’lı yılların başında Karataş’tan İsrail’e ilk büyük göçler yaşandı. Gidenler için ayrı belirsizlik, geride kalanlar için ayrı bir kültürel çölleşmenin başlangıcıydı bu... Mahalleye çöken kalın bir hüzün örtüsü, her göçen aileyle birlikte daha da ağırlaşıyor; gidenler ise geride bıraktıkları anılarına dört elle sarılarak yıllar boyu arafta yaşamaya mecbur kalıyorlardı.
Başka çareleri de yoktu aslında. Mahalleleri onları şefkatli bir ana kucağı gibi çepeçevre sarsa da, ülkede yükselen Yahudi karşıtlığı, mahallenin çeperlerinden içeri sızıyordu.
Geçtiğimiz günlerde “Bu isimler şaka falan mı? Ayşe Fatma’ya noldu aloooo Netflix meslek lisesi mi burası” şeklindeki tweette Türkiye’de Yahudi gençlerin hazırladığı bir TikTok videosuna yapılan ve ülkedeki sağduyulu birçok kesimin itirazına yol açan aşağılayıcı yorumun çok ötesinde bir düşmanlık iklimiydi.
Önce 1934 Trakya Olayları’nın yarattığı ve belleklerden halen silinmeyen korkusu, ardından Varlık Vergisi’nde ve 6-7 Eylül Olayları’nda, Yahudiler ne canlarının ne de mallarının güvende olduğunun ayrımına varıyorlardı.
“Artık burada istenmiyoruz” algısı Karataş’ın her sokağına, her gün alışveriş yaptıkları mahalle esnafının yüz ifadesine, “yakında senin gibileri keseceğiz” diyerek bir gün önce sıkı fıkı olduğu Yahudi komşusuna bıçak çekecek ve göç eden Yahudi ailelerin evlerini hemen “ucuza kapatmanın” yollarını arayacak kadar komşular arası ilişkilere dek sinmişti. Ülkedeki çok-kültürlü mahallelerin hepsinin başına musallat olan o kâbus Karataş’ı da es geçmemişti.
İstanbul’da yaşananlarla kıyas kabul etmese de, Kemeraltı’nda dükkanları yağmalanmış, oradaki Yahudi erkekler dövülmüştü. Bir yandan da 60 darbesinden sonra Demokrat Partili iki Yahudi milletvekilinin Yassıada’ya yollanıp yargılanmaları da işin “zirve noktası” olmuştu.
Burada kalıp “aman başımıza bir şey gelmesin” endişesiyle diken üstünde yaşamak ile İsrail’de yepyeni bir yaşam kurmak arasındaki tercih dengesinde pamuk ipliğine bağlı olan ibre nereye doğru kayarsa onlar da göç kararını bu doğrultuda veriyor, küçücük bavullara tüm ömürlerini ve birikimlerini sığdırmaya çalışıyorlardı.
Tüm bu acılı süreçten süzüle süzüle günümüzde Yahudi nüfusunun İzmir bölgesinde sayılarının 1300 civarında olduğu tahmin ediliyor.
Son dönemde gerek filmler ve Kulüp gibi çok izlenen diziler, gerekse romanlar üzerinden kentsel bellek, kentsel doku, tarihi ve kültürel miras üzerine giderek daha fazla konuşmaya, tartışmaya, fikir alışverişi yapmaya başladık ki bu çok sevindirici bir gelişme. Özellikle de daha önceleri tabu kabul edilen olayların tartışmaya açılması, görünmez kırmızı çizgilerimizin az da olsa esnemeye başladığına, bir tür gönüllü “bellek bekçiliği” üstlendiğimize işaret.
Sadece tarihi bilgilerine değil, kalemindeki kıvraklığa ve anlatım gücüne de hayran olduğum Raşel Meseri’nin Meskûn Zaman isimli son romanı, beni yaşam yolculuğuna başladığım Karataş’ın 8 Eylül gününe, yani bir anlamda 6-7 Eylül Olayları’nın yıldönümünün bir gün sonrasına ışınlarken, bugünden öncesinde yaşananlara da kentsel bellek üzerinden bir okuma fırsatı sunuyor. Çünkü Meseri’nin de söylediği gibi, “doğarken bilmediğimiz şeylerden biri, dünyadan göçmüş bütün ruhlarla birlikte tekrar doğduğumuzdur”.
Tıpkı Defne Suman’ın Çember Apartmanı’nda 6-7 Eylül Olayları’nın ardından Tarlabaşı’ndaki dönüşümü ve kentsel bellek yitimini okuduğumuz gibi, Meskûn Zaman’da da Meseri’nin kaleminden ülke çapında artan Yahudi düşmanlığının kentsel ölçeğe yansıması ve göç dalgalarının ardından yaşanan yitimleri içimizde hissetmek mümkün.
Meseri, Meskûn Zaman’da, “mesken tutulan” zaman kavramını, zamanın akıcılığı içinde bir kesite çıpa atılmasını, çok-kültürlü kentlerde yaşanmışlıkları, sosyolojik ortaklıkları ve ayrışmaları hem öne doğru ilerleyen hem de geriye dönen bir akışkanlık içerisinde, mahalle sakini bir Türk bir Yahudi can dostun gözünden aktarıyor. Öyle can dostlar ki, doğumları da ölümleri de aynı anda oluyor; birbirlerini dış tehditler ve düşmanlıklar karşısında hep koruyor; toplumda o çok özlemini çektiğimiz kadife narinliğindeki kardeşliğin adeta ideal formülünü sunuyorlar.
Ve bir yandan da bu iki can dostun belki bir gün, belki de on yıllara ve sonsuzluğa uzanan zaman-ötesi yolculuklarını merkezine alan roman, “bu mahallede yaşanılanlar unutulmasın” diyor. Çünkü o mahallede yaşanılanlar, aslında o dönemde Türkiye’de yaşanılanların bir mikro-kozmosu.
Kentsel bellek aslında Karataş mahallesinde pişen yemeklerin kokuları ve farklı dillerde söylenen şarkı ve türkülerin ezgilerinin sokaklarda özgürce yankılanmasıydı. Kapı önünde gelenekselleşmiş şekilde yenen karpuz çekirdekleriydi.
Kentsel bellek, mahallenin “akciğeri” olan, tabir-i caizse “bulunduğu topraklarla hallihamur olan” Yahudi ailelerinin kentsel kültüre kattıkları ve onların göç dalgalarının ardından yolları açık olsun diye maşrapalarca hazırlanan sulara karışan gözyaşlarının toplamıydı.
Meseri’nin ifadesiyle, “ağızda tek tek düşen dişlerin bıraktığı boşluklar gibiydi ayrılıklar” mahalle sakinleri için. Ve, “önce Yahudileri götürdüler, sesimi çıkartmadım” sözü İzmir / Karataş bağlamında “önce Yahudileri göçe zorladılar, arkalarından ağladım, çünkü çok eksildik” şekline dönüştürülmüştü. Ve belki de Özdemir Asaf’ın dizeleri kaplardı, doğan boşluğun ardından mahalleyi: “Tek kişilik miydi bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı.”
Kentsel bellek, Karataş’ın buhardan elektriğe geçmeden önce Tarihi Asansörü’nün çelik iplerine, asansörün girişine kazınmış anılara, Meskûn Zaman’da karşımıza sürpriz bir karakter olarak çıkan İzmirli Sefarad Yahudisi şarkıcı Dario Moreno’nun (1921-1968), kimlikteki adıyla Davi Arugete’nin sesine dek sinmişti.
Kentsel bellek, Karataş’ta tarihi bir evin cumbasında oturup yazı tura atarak kimin daha önce kahve pişireceğinin pazarlığını yapan ve Meskûn Zaman’ın baş kahramanları Zimbul ve Makbule’nin ortak yaşanmışlıklarında su yüzüne çıkıyordu.
Bir yandan da, Yahudi oldukları için oğullarıyla kimse evlenmek istemeyecek, arkadaşlık kurmayacak diye göç eden ailelerin ikilemiydi kentsel bellek... Meseri’nin de söylediği gibi, biz İzmir’deki Yahudi cemaatini “kendi yaşadığımız yıllar kadar” tanıyoruz; “bir günü yıllarca, yılları da bir saniyede geçiriyoruz”; “anıların uçuşkan bulutları içinde ruh gibi dolaşıyoruz.”
Dolayısıyla, gerek Tarlabaşı, gerek Karataş gibi örnekler, Türkiye’de o meşhur “mozaiğin” parçalarına dair belleğimizi gözden geçirmemizi gerektiriyor. Diğer türlü, Meseri’nin de ifadesiyle, “evlere girip çıkar, ama mutfakta pişen yemeklerin kokusunu alamayız”.
Aslolan, bu ve benzeri bellek çalışmalarıyla, balık hafızalı toplum olma safsatalarını yıkarcasına, inadına bellek bekçiliği yaparak, “evlerin bilmediğimiz odalarına veya bize yasaklanan sokaklara” girebilmek. “Bir Karataş vardı, şimdi nasıl, geçmişte nasıldı?” diyebilmek...
Bu açıdan Avrupa Birliği Sivil Toplum Kapasite Geliştirme Programı ve AB üye ülkeleriyle yürütülen değişim programları sonucu İzmir’in çok-kültürlü geçmişine dair “bellek arkeolojisi” çalışmaları son bir yılda oldukça artmış durumda.
AB destekli İzmir Yahudi Kültür Mirası Projesi’yle kentte yıkık durumdaki tarihi Yahudi mahallesi yapılarının ve sinagogların tadilatı sağlandı.
Öte yandan, gençlik değişim programları yapılıyor; İzmir içinde tarihi-dini yapılara dair kültür rotaları izleniyor; AB desteğiyle bu yılın Mart ayında gerçekleşen Despertar İzmir Kültürler-arası Festival’de olduğu gibi İzmir’deki Yahudi kültürel miras noktalarını tanıtan “hazine avı” oyunları oynanıyor; paneller düzenleniyor; “Foto Gagin gözünden İzmir Yahudileri ve Karataş” başlıklı sergiler hazırlanıyor.
Meseri ile yeni kitabına ve toplumsal belleğe dair geçtiğimiz günlerde yaptığım söyleşide, İspanyolca bir deyimden bahsetti bana: “Çocuklar ebeveynlerinin yaşamış olduğu travmaları unutmak, torunları ise hatırlamak ister.”
Meseri, toplumdaki kutuplaşma arttıkça, ayrışmanın öznesi olmayanlarda bile barış, huzur ve özgürlük isteklerinin şahlanmaya başladığını, kendi geçmişlerini hatırlayıp deşmeye meylettiklerini söylüyor.
“Bir nevi, ‘yalnız değilsiniz bu konuda, geçmişte bizim de başımıza benzer şeyler geldi’ deme isteği duyuyorlar. Bunu anlatma, bilmeyenlere gösterme ihtiyacı içine giriyorlar. O ana kadar yaşanan suskunlukla unutulmaya yüz tutmuş toplumsal belleğin bu dışa vurumu hem 'öteki' olarak kodlananlarla bir dayanışmaya göz kırpıyor, hem de biz halen varız demenin bir yolu,” diye açıklıyor Meseri.
Meseri’ye göre kent mücadeleleri ve farklı alanlardaki bellek çalışmaları sonucunda unutulmuş ve unutturulmuş geçmişe bakmanın bugünü ve geleceği kurma konusunda ne kadar elzem olduğu giderek daha çok fark edilir oldu ve bunun için de kültürel, sanatsal ve akademik alanlarda yapılan araştırmalar ve toplumsal mücadeleler geçmişteki toplumsal şiddete dair farkındalığı arttırdı.
Bellek, anımsama eyleminin temel enstrümanı. Anılar, bugün ile geçmiş arasında bağ kurulduğu, ötekinin acısının da sevincinin de duyumsanmasını sağladığı sürece anlam kazanıyor.
Sabahattin Ali, “Yazılarında kendinden bahsetmeyenler, kendilerine güvenleri olmayan korkaklar ve zayıflardır. Veya içlerinde bahsedecek şeyleri olmayan boşlar,” der. Ona kulak vererek kendime ve kentsel belleğime dair bir anı paylaşmak istedim. Ne de olsa insan tanıdığı her sokağın belleğine biraz da kendi ayak izini bırakmak ister.
Keşke bu yaşanmışlık yüklü sokaklarda, göç yorgunu Arnavut kaldırımlarda sadece birer yolcu veya misafir olduğumuzu hatırlasak...