Çok şiir var ama benim aklıma sadece “Gencölmek” düşer. “Ay kar gibidir pencerede” dediği Ergin Günçe’nin. Nasıldı başı? “Ay mıdır kar mıdır pencerede”; dünyanın en güzel retorik sorusu.
Mahzun bir şeye deniyor kar diye. Altı köşeli yapıyor gökten, önce tuhaf, sonra çılgın, en sonunda mahzun. Üzerine değdiği her şeyi aniden mahzunlaştırıyor. Yoksula yoksulluğunu daha da, varsıla varsıllığını daha da anımsatarak. Fark ettirerek daha da. Yoksul yakacağının azlığına hayıflanıyor, varsıl penceresinden bakıyor. Fotoğrafa göre elinde kahve olmalı.
Orhan Pamuk’un “Kar” romanı, isabetsiz siyasal teşhisleri bir kenara, boylu boyunca kar güzellemesi gibi okunabilir zannımca. Orada, onuncu bölümün adı “Kar ve Mutluluk”tur. Şair Ka’nın Frankfurt’tan alınmış paltosu, en az Ka kadar önemli gibi gelmiştir bana romanda. “Kar ve Mutluluk”un bir yerinde Şeyh Saadettin’in mektubunu okuruz:
“Ka efendi bey oğlum. Size oğlum demem uygun değil ise affediniz. Ben dün gece sizi rüyamda gördüm. Rüyamda kar yağıyordu ve her bir tanesi âleme nur olarak iniyordu. Hayırdır, derken öğleden sonra, rüyamda gördüğüm bu kar penceremin önünde yağmaya başladı. Baytarhane Sokak 18 numaradaki fakirhanemizin kapısının önünden geçtiniz. Cenabı Allah’ın bir imtihandan geçirdiği Muhtar Beyefendi sizin bu kara ne mana verdiğinizi bana nakletti. Yolumuz aynı yoldu. Bekliyorum efendim. İmza: Saadettin Cevher.”
Şair Ka, karın durmaksızın yağmasından Allah’a daha yaklaştığını söyler; Muhtar’ın Şeyh Saadettin’e aktardığı odur. Sonsuz görünen, sonsuzu ima eden, sonsuzun yeri gelir altını çizen kar, Ka’yı Allah’a yaklaştırır romanda. Sonra bana biri, geniş ve uzun salonda, salonun ucundaki divana oturup, göbeğinin önüne dayadığı içi samanla sertleştirilmiş yastıkların üzerine elini koyarak bir hikâye anlattı. Sözümü tutamayacağım, çünkü “Sakın kimseye anlatma,” demişti. Bilmem şimdi kimseye anlatmış oluyor muyum?
Dedi ki o divana oturan; çok uzak zamanlarda, ova köylerinde yaşayan bir aile, ani bir kararla dağ köylerinden birine taşınmaya karar vermiş. Kimse anlamamış sebebini; kız alıp verdiler mi? Yok. O köyde tanıdık kimse mi var? Yok. Onlarla alışveriş mi edildi, tavuk verildi kaz mı alındı? Yok. E niye dağ köyüne taşınıyorlar? Kimse bilmemiş cevabını. Zamanı gelince vedalaşmışlar. Aile yola düşmüş; dede, nene, üç erkek dört kız çocuk, gelinler damatlar, torunlar torbalar, bir bölük hayvan, keçeler yünler, erzak ve su. Dağ köyüne kırk bir günde varmışlar. Kırkıncı gece, karın içindeki otağın tam ortasında oturan nene, karşısında onu anlayabilecek herkese sormuş –birkaç süt kuzusu varmış onu anlamayacak, bir de bir yaşına değmemiş iki torun. Demiş ki, “Bu gördüğünüz nedir?” Suskunluk. Karı ilk defa görüyormuş herkes, süt kuzuları hariç değil. Demiş nene, “Bu kardır!” Üşüyorlarmış, ateşe daha çok yanaşmışlar. Devam etmiş nene.
“Kar,” demiş “insanın görebileceği en muhteşem şeydir. Aylarca sordular o dağ köyüne niye taşınıyorsunuz? Yok mu sizi bu yoldan döndürecek bir şey? Onlara demedim, size diyorum işte. Karı beklemiştim; kar bizi Allah’a yanaştırır. Allah, aha bu beyazlığın kendi de olabilir, bu yanaştığınız ateş de. Şimdi o köye gitmesek de olur. Bu bembeyaz dağın ortasında süt kuzumuz bile yaşıyor. Azığımız var, avcımız var, suyumuz var.”
Susmuşlar. Birine değmemiş iki bebeden biri ağlamaya başlamış. Ne ettilerse susturamamışlar bebeyi. Anne süt vermek istemiş, yok. Pışpışlamışlar, yok. Ateşe yanaştırmışlar, yok. Ateşten uzağa tutmuşlar, yok. Ağlıyormuş. Süt kuzusu yavaşça yanaşmış yanına. Kesileyazmış ağlaması. Anne kalkmış yanından. Susmuş. Süt kuzusuyla yan yana gece boyunca öylece durmuşlar. Nene sonunda, “Aha bu muhtarınızdır,” demiş. “Onu dinleyin, bu dağlara onun dediği gibi bakın.” Meğer bu nenenin vasiyetiymiş. Bebek ne, kuzu hangisi bana anlatmadı hikâyeyi anlatan. Ama şunu dedi: “O bebeğin heykelini hiçbir yere dikmediler.”
Kar? “Bence o çocuk öyle gülmemeli.”