Biden yönetiminin bir ay önce (20 Ocak’ta) resmen işe başlamasının ardından Beştepe’den arka arkaya Beyaz Saray’ın yeni patronuyla iş yapmayı dört gözle beklediklerine dair akide şekeri kıvamında mesajlar yağmaya başladı. Tam da ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden’ın dünyadaki diğer liderlerle ilk telefon konuşmalarını yapmaya başladığı günlere denk gelen mesajların öncelikli motivasyonu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da hızla bu potaya sokabilmekti. Oysa Beyaz Saray’a yakın kaynaklarımdan duyduğum Biden’ın zaten ivedilikle Erdoğan’ı aramaya hiç niyeti yoktu. Üzerine bir de Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan “Melih Bulu protestoları”nı bastırmak için Erdoğan hükümetinin talimatıyla kullanılan orantısız güç ve zalim yöntemler eklenince telefon işi hepten (başka) bahara kaldı.
Beklenen telefon bir türlü gelmese de Erdoğan hükümeti, Biden yönetiminin kendileriyle masaya oturmasının önkoşulunu zaten pek iyi biliyor. Rus yapımı S-400 füze savunma sisteminin en iyi ihtimalle gün yüzü görmeden hangarlarda yıllanacağı yönünde sağlam bir garanti vermeden Ankara’nın Washington ile anlamlı bir diyaloğa girme ihtimali düşük. Zaten er ya da geç girilecek olan da mutedil bir diyalogdan ziyade çetin bir pazarlık olacak. Bu mesaj da Biden Beyaz Saray’ı ile Beştepe arasındaki ilk resmi temas olan 3 Şubat’taki İbrahim Kalın–Jake Sullivan telefonunda net biçimde Erdoğan’a iletildi. Dahası ABD’nin Büyükelçisi David Satterfield bu görüşmenin hemen ertesinde (5 Şubat) elçilikte bir araya geldiği bir grup Türk gazeteciyle sohbetinde “Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası (halihazırda zaten Türkiye’ye uygulanmakta olan) CAATSA yaptırımlarından feragat edilebilmesi için Türkiye'nin S-400'e sahip olmamasını şart koşmaktadır. Bu yeni ve çok daha katı bir yasal gerekliliktir,” hatırlatması yaptı.
Biden yönetiminin verdiği mesajın alındığına dair ilk emare ise Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan geldi. Satterfield’ın sözlerinin basına yansımasından sadece bir gün sonra bir grup gazeteciyle sohbet sırası bu kez Akar’daydı. Akar’ın 6 Şubat günü S-400’ler konusunda söylediklerini 9 Şubat’ta Sedat Ergin’in sütunundan okuduk. “Biz ABD ile yürüttüğümüz görüşmelerde S-400’ler konusunda bir çözüm bulabiliriz. Ama YPG konusunda, gerçekleri görmelerini bekliyoruz,” diyen Akar, Ergin’in Girit’te tutulan S-300’leri hatırlatması üzerine Türkiye’nin de benzer bir formül üzerinde çalışmasının mümkün olduğunu söyleyivermişti. Demek ki konuyu yakından takip eden bazı uzmanların kapalı kapılar ardında sıkça gündeme getirdiği “Erdoğan Türkiye’deki S-400’leri Azerbaycan’a göndersin” türünden öneriler özünde çok da uçuk değildi. Akar işi bir adım daha ileri götürmüş ve S-400’lerde ABD’nin beklediği geri adımın karşılığında Washington’ın YPG’ye desteğinde geri adım beklentisini denkleme sokmuştu. İki konuyu kapıyı çalmakta olan pazarlığın iki ucuna yerleştirmekte bir beis görmemişti. Ömrünü asker olarak geçirmiş Akar bunu dile getirebildiğine göre demek ki oluru vardı.
Peki Beştepe’de bu yönde bir siyasi irade var mıydı?
Konuya vakıf kaynaklarımdan edindiğim izlenim Akar söz konusu açıklamayı kendi inisiyatifiyle yapmıştı. Hatta devlet içi dengeleri çok iyi bilen bir kaynağımın ifadesiyle aslında bu çıkışla bir anlamda “kendi otoritesinin sınırlarını test etmişti.”
Washington ile Ankara arasında girilmekte olan çetin pazarlığın nasıl yürüyebileceğine dair 3-9 Şubat tarihleri arasında ortaya çıkan izleği bozan ilk açıklama ise hiç de şaşırtmayan bir adresten geldi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 4 Şubat akşamı konuk olduğu bir televizyon programında 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünün arkasında Amerika Birleşik Devletleri’nin olduğuna hiç şüphesi olmadığını dile getirdi. Akar’ın laflarıyla Soylu’nunkileri alt alta yazdığınızda, nihayetinde hangi ekolün galip geleceğine dair Ankara’da dev bir mücadelenin yürüdüğü gerçeği bas bas bağırıyordu.
Garê'ye kadar işler bu minvalde ilerlerken, 15 Şubat’ta ABD Dışişleri’nin Irak Kürdistan’ındaki bir mağarada kafalarına sıkılmış olarak bulunan 13 Türk vatandaşıyla ilgili açıklaması ortalığı karıştırdı. “Türk vatandaşlarının terör örgütü PKK'nın elinde öldüğü haberleri teyit edilirse, bu eylemi en güçlü şekilde kınıyoruz,” ifadesi karşılıklı güvensizliğin son nişanesi oldu. Ankara’nın tonu da kaçınılmaz olarak iyice tırmandı. Hatta öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan 20 Şubat’taki açıklamasında (6 Ocak’taki) ABD Kongresi baskınında başı çekenlerin YPG/PYD ile bağlantılarının çıktığını iddia ederek Washington’da ciddiye alınma ihtimalini iyiden iyiye düşüren bir hamlede bulunmayı dahi göze aldı. Türkiye kamuoyu somut verilere dayanmayan iddialarla gün geçirmeye alışık olabilir ancak karşınızdaki Amerika Birleşik Devletleri ise sözlerinizin sonuçlarını başka türlü yaşayabiliyorsunuz.
Bunlar olurken bir yandan da ABD tarafından (14 Aralık 2020’de) yaptırım listesine alınan Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı’na bağlı SSTEK A.Ş.’nin 1 Şubat’ta Amerikalı danışmanlık şirketi Arnold&Porter ile F-35 programına dönebilmek için lobi yapsın diye sözleşme imzaladığı ortaya çıktı. Arnold&Porter altı ay boyunca 750 bin dolar karşılığında Kongre nezdinde Türkiye’nin neden F-35 uçaklarından mahrum edilmemesi gerektiğini anlatacak. Yani özetle; Türk hükümeti aktif olarak ABD’yi başına gelen her türlü musibetin sebebi olmakla itham edip Erdoğan’ın siyasi dayanağı MHP lideri Devlet Bahçeli Washington’daki muktedirlerin gözbebeği Brookings Enstitüsü gibi bir düşünce kuruluşunu şer odağı ilan ederken Arnold&Porter’ın şapkadan tavşan çıkartması beklenecek!
Türk Dışişleri Bakanlığı son 4 sene boyunca Amerikalı başka bir lobi şirketi olan Greenberg Traurig’e toplamda 1 milyon 728 bin dolar ödeme yaptı. Senelik 432 bin dolara denk gelen bu ücret karşılığında Türkiye’nin Amerikalı siyasetçiler ve karar alıcılar nezdindeki imajının toparlanması, Ankara’nın ana konulardaki tezlerine Kongre’de destekçi bulunması beklendi. Yetmedi. 2020’nin son aylarındaki “yaptırımlar geldi geliyor” stresi nedeniyle Greenberg Traurig’le 31 Ekim’de 124 bin 548 dolarlık ek bir sözleşme daha yapıldı ki Kongre nezdindeki pres arttırılsın. Velhasıl 2020 senesi Türkiye için resmen “ABD’nin hasımı” ülke kategorisine düşerek son buldu.
ABD Kongresi’ndeki Türkiye - daha ziyade de Erdoğan karşıtı – havayı dağıtmak için değil dört senede iki milyon, iki ayda 20 milyon dolar harcansa hükümetin her iç politika kavşağında sarıldığı anti-Amerikancı söylemin izlerini yok etmek mümkün olmayacaktır.
Öte yandan 2021’in vergilerimizden Amerikalı lobi şirketlerine yok yere milyonlar akıtılarak değil aklı selim ve istikrarlı bir diplomasiyle geçirilmesini talep etmek de yurttaşlık sorumluluğudur.