Biyoloji ve sosyoloji arasında ilişki kurmak çılgınca geliyor
çoğu insana. Sosyo-biyoloji, birçok sosyolog tarafından, sosyolojik
olmayan bir sosyoloji teorisi olarak isimlendiriliyor. Zira var
oluşundan itibaren sosyolojinin temel ilkesi sosyolojik olguların,
sosyolojik faktörlerle izah edileceği yönündedir. Neo-Darwinci,
evrimci teoriye genleri taşıyarak katkıda bulunan bu yeni
sosyolojik teorinin kökenleri biyo-metrik sosyolojiye dayanır.
Irkçı, cinsiyetçi sosyoloji teorilerini güncelleyerek zamanımıza
aktarır. Sansasyonel iddialarla gündemde kalmayı başaran Edward O.
Wilson’ın başını çektiği bu teoriyi tartışmak değil niyetim.
Türkiye’de politik muhafazakârlığın, karşısında kendisini savunma
pozisyonuna çektiği Batı medeniyetine ait bilimsel teorilerden hiç
de uzak kalamadığını göstermeye çalışacağım. Şüphesiz bu teorinin
güncellenmesiyle Avrupa ve dünya genelinde muhafazakâr
politikaların ırkçılığa doğru yönelişi ve yükselişi ile ülkemizdeki
muhafazakâr yükseliş arasında paralellik olduğu dikkatimizi
çekecektir. Tek farkla ki dünya genelinde göçmen karşıtlığının
itici gücü oluşturduğu bu yükselen ırkçılık bizde kadın konusuna
odaklanarak ve aileyi kutsayarak kendini göstermektedir.
Ülkemizde muhafazakar düşüncenin dayanaklarını oluşturan
aydınlardan sadece birinin yaklaşımlarını örnek vermek yeterli bu
konuda. Kendi entelektüel kimliği ve hayat tarzıyla tümüyle
çelişmesine rağmen kadına evi işaret ederek toplum dışına
ötelenmesini sağlayacak politikalar üretilmesini öneren Samiha
Ayverdi’nin şu sözleri üzerinde biraz düşünelim.
“Bugün yalnız biz değil bütün dünya, aile anlayışını bir kara
mangır gibi harcamış olmanın ıztırab ve çilesi içinde kendi
kendisiyle boğuşmaktadır. Gene hem biz hem bütün dünya, işlediğimiz
bu manevi cinayetin cezasını çekmekte olduğumuzu anlamış
bulunuyorsak, aile denen o medeniyet yuvasına, kıyamete kadar
buyruğu yürüyecek klasik nizam ve disiplini temin etmek yoluna
gitmeyi düşünmekten gayrı ne yapabiliriz?”
Bu soruyla Samiha Ayverdi, yalnızca kültürel muhafazakarlık
değil politik muhafazakarlık için de aileyi ilk hedef olarak
göstermişti. Aileyi medeniyetin yuvası kabul ettiğinde Batı
kopyacılığı sayarak ötekileştirdiği devlet ideolojisinin aileyi,
ulusun temeli sayan anlayışın arasındaki aynılığın yarattığı
çelişki nasıl izah edilir?
Ayverdi’nin klasik nizam ve disiplinine kavuşturmak istediği
aile, kadının evde olduğu, eğitim ve iş hayatından dışlandığı aile
midir? Ulusun temeli olan devletin ailesinde bazı kadınlar, örtülü
olmayan kadınlar, toplum hayatına dahil olabildiğine göre, iki aile
arasındaki en büyük farkın kadının konumunda yattığı açık.
Birisinde kadın tümüyle evdeyken diğerinde devletin çağdaş bulduğu
kılıkla giyinen kadın toplum hayatının her safhasında yer
alabiliyor. Bu durumda Samiha Ayverdi’nin örtülü kadına da kamusal
alanların açılmasını istemesi beklenirdi.
Muhafazakar düşüncenin önde gelen entelektüellerinden biri kabul
edilip günümüzde de yere göğe sığdırılamayan Ayverdi, örtülü
kamusalı savunmaz. Kendisi de örtülü değildir ve başörtüsünün dinin
gereği olmadığını da söyler. Hal böyleyken kadını ve aileyi
kavuşturmak istediği nizam, klasik dediği halde bir de ezelden
ebede sürecek bir düzen olarak tanımlayıp mutlaklaştırdığı aileye,
içindeki kadına ait ve bozulmasında ıstırap duyduğu şeyin ne
olduğunu anlamak pek zor değil. Toplumsal cinsiyet rollerinin
değişmesinden şikâyetçi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesele
din değil. İnanç değil. Kuran değil. Politik muhafazakârlık için
kadının aileye zimmetlenmesine yol açan anlayışın kökeni ataerki.
Kurgulanmış toplumsal cinsiyet rollerinin devamı, temel ilkeye
dönüşmüş halde.
Karma eğitimi ortadan kaldırmaya dönük çabalar son yönetmelik
değişikliğine gelinceye kadar tedricen uygulanmıştı zaten. İlahiyat
fakültelerinin çoğunda karma eğitimden vazgeçilmişti son yıllarda.
İmam-hatip liselerinde keza kız imam-hatipler ayrımı uzun zamandır
mevcut. Muhafazakâr aydınların gösterdiği hedefler doğrultusunda
açıkça değil ama sinsice, yavaş yavaş, alt yapısını kurarak,
ileride eve yollamaya niyetlendikleri kız çocuklarını ve genç
kadınları, erkeklerle eşit olmadıklarını gözlerine sokmak için ayrı
dersliklere, ayrı binalara, ayrı zaman dilimine gönderiyorlar.
Cinsiyet ayrımcılığını, kendi din algılarının bir parçası yapmış
halde topluma dayatan iktidar çevrelerinin tek hedefi cinsiyet
eşitliğinin savunulmasını önlemek.
Karma eğitimi ortadan kaldırmaya yönelirken kendi
dindarlıklarını tek gerçekmiş gibi dayatanlar, İslam’ın ilk yüz
yılında kadınların camilerdeki konumunu hiç hatırlamıyor. Cami
sadece namaz kılınan yer değil o dönemde. Ortaçağ'ın diğer
dinlerinde ve toplumlarında da görüldüğü gibi ibadethaneler aynı
zamanda hem okul hem kütüphane işlevini de üstleniyor.
Hıristiyanlık'ın kilise ve manastırları gibi İslam'ın cami ve
mescitleri de eğitim kurumu. Bir fark varsa o da kadınlarla
ilgili.
İslamın camilerinde (ilk yüzyıl) kadın, hem yetişkin çağında hem
de çocukluk çağında erkeklerle birlikte aynı ders halkasında eğitim
görebiliyordu. Hatta kadın erkek, kız çocuğu, oğlan çocuğu karma
ders görürken bu karma gruplara ders veren kadın alimler de pek
çoktu. Günümüzde muhafazakârların bayıla bayıla izlediği Diriliş
Ertuğrul dizisinin en sevilen karakterlerinden “Arabî Hazretleri”
tarihi şahsiyet Muhyiddin Arabi’nin hadis hocası Bağdat Camii'nde
ders halkasına oturduğu bir kadındı mesela. Ve aynı Arabî,
yasaklayıcı açık bir hükmün Kuran’da yer almadığını delil
göstererek kadınların imam olabileceğini söyleyen alimdir de.
Sonraki zamanlarda kadınlar camilerden uzaklaştırıldıklarında
eğitimin de dışına itilmiş oldular. Ancak Osmanlı’nın son yüzyılına
kadar aynı zamanda sıbyan mektebi olan camilerde kız çocukları ile
oğlan çocukları on iki yaşına kadar bir arada eğitim görmeye devam
etmişti. Dini çarpıtan alim olur da modernleşmeyi çarpık anlayıp
anlatan aydın olmaz mı? Biz onun da eksikliğini çekmedik şükür.
Abdülmecit döneminde modernleşmenin gereği olarak (?) kız okulları
ile erkek okulları, İngiliz kolejlerine özenerek ayrı ayrı
düzenlenmişti. Cumhuriyet, karma eğitim mecburiyetini getirdikten
sonra değişti bu çarpık modernlik de.
Ancak muhafazakar düşünce değişmedi. Kuran’ın hilafına olan
cinsiyet eşitsizliğini dinin gereği gibi anlayıp anlatma ve bu
doğrultuda politika üretmeye devam ediyor. Irkçı sosyoloji
teorileriyle pek örtüşen fikirler üretmeye de. Ayverdi, siyasi ve
sosyal politikalarla zorunlu kılınan kültürel dönüşümü, hayatın
döngüsü içinde kendi doğallığıyla gelişen kültürel değişimden ayırt
etmeksizin tedavisi zorunlu bir hastalık olarak görür: “Zaman zaman
vücutlar gibi cemiyetler de hastalanır. Uzviyetin hasta düşmesi,
terkibimizi dokuyan unsurlardan birinin hakkını ve haddini tecavüz
etmesi değil midir? Şu halde aynı kanunun tesirlerini cemiyet
bünyesinde de aramamız lazımdır. Her cereyan, her hamle, her
inkılap dalaletten kurtulamaz. Binaenaleyh mesele, dalaletin
teşhisi ve tedavisi zaruretidir.” Muhafazakâr Düşünce Dergisi sayı
41-42 Kadın dosyası olarak kitaplaştırılmıştı. İçerik bütünüyle
klasik aile nizamının yeniden kurulması, bunda kadına düşen rol ve
kadının bu yönde eğitimi için alınması gereken politik tedbirler
önerisi taşır. Biz ve diğerleri farklılığı muhafazakar aydının
düşünce temelinde Batı medeniyetini ve bu medeniyeti gerçekleştirme
hedefine sahip devlet ideolojisini ötekileştirmek üzerine kurulmuş
savunmacı bir yaklaşıma sahiptir. Dergi içeriğini kaleme alan
kadınlar da her biri entelektüel faaliyet sürdüren, eğitimli,
meslek sahibi kişiler olmalarına rağmen kadının yerinin evi ve
kariyerinin annelik olduğu söyleyebilmekteler. Politik
muhafazakârlık, mensuplarını riyakâr dindarlığa sürükleyen bir
zehir…
Dinin devrimci özünden uzaklaştığı ölçüde dindarın, politik
çıkarını din gibi sunması eski hastalık. Hayatın gerçeklerinden de
tümüyle kopuk yaşanabileceği hülyasında. Tarım toplumundan sanayi
toplumuna geçişin ve bilgi çağına ulaşmış olmanın kadın hayatına da
yansıyacağı hiç düşünülmüyor. İbn-i Rüşt'ün Platon’un Devlet’ine
yazdığı şerhinde “toplumun yarısı (kadınlar), iktisadi hayatın
dışına itilirse toplum, fakirleşir” demesi de bizim bugünün
muhafazakârlarının, muhafaza etmek istediği kültürün bir parçası
olamamıştır. Tıpkı Arabî’nin "kadın imam olabilir" açıklaması gibi.
Çünkü korunmak istenen şey din değil, kültür değil; ataerkinin
cinsiyet rollerini muhafaza etmek istiyorlar. Karma eğitim
karşıtlığının temeli de bu nedenle cinsiyetçilik ve tam da
sosyo-biyoloji teorilerinin yeniden gündeme gelişiyle, ırkçılığın,
faşizan yönetim anlayışlarının yükselmesiyle örtüşme halinde.