Gün geçmiyor ki yeni bir garabet “heykel” ile karşılaşmayalım. Rica ediyorum, lütfen seferberlik ilan edilsin ve 81 vilayete mantı, gözleme, pastırma, pişmaniye, kaşar peyniri, kebap artık Allah ne verdiyse bir seferde 81 heykel yapalım da bitsin artık bu işkence. Taksit taksit görünce hakikaten tahammülfersa bir durum ortaya çıkıyor. AKP’nin sanata bakış açısının en çıplak hali bu “heykel”ler olsa gerek. Kenan Evren’in Picasso resmine bakıp “Bunu ben de yaparım” demesinin yarattığı tahribat sürecini, AKP döneminde yaşamaya devam ediyoruz. Melih Gökçek’in “böyle sanata tükürürüm” ünlü sözünde ifadesini bulan bu zihniyet, “heykel”de yerli ve milli olmaktan çok “yerel”, hatta “mahalli” olmayı şiar edinmiş durumda. Bu tarz işleri esasında heykel diye tanımlamak mümkün değil, folklor desek o da tam değil sanki. Yapılan işlerin astronomik rakamlarına bakınca, bu ucubelerin bir tür para transfer aracı olduğunu da görmek mümkün. Her transfer 5’li çetelere olduğu gibi milyar dolarlık meblağlarda olacak değil elbette...Taşra da kültür esnafı da biraz kazanacak değil mi?
“Bir günah gibi: AKP’nin kültürle imtihanı” yazısında ifade etmeye çalıştığım gibi AKP iktidarının kültür ve eğitimdeki temel politikası “niteliği yukarı çıkartamıyorsan var olanı aşağı çek” üzerine kurulu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bundan üç yıl önce “Geçtiğimiz 16 yıla baktığımda kültür-sanat alanında yeteri kadar mesafe kat edemediğimizden dolayı hep hayıflanırım” itirafını hatırlarsak, kültürel anlamdaki bu muktedir olamama halinin hayati önemini daha iyi kavrayabiliriz. Hayaller; 21'inci yüzyılın Farabilerini, İbn’i Rüşdlerini yaratmakken, gerçekler hâlâ; “Türk demek Müslüman demektir” diyen, Aleviliği “sapkınlık”, Alevileri “sapık” olarak gören, şiirleriyle yıllarca her cenahtan insanın gönlünde taht kuran, şeriatı her fırsatta savunduğunu itiraf eden İsmet Özel ya da “Kendilerine geçici düzenler kuruyorlar, esas düzen, İlahi düzen yasak oluyor” diyen Sezai Karakoç ile sınırlı kaldı. Bunlara şimdi neredeyse her ile, her ilçeye inşa edilen bazlama, köfte, bardak, kayısılardan oluşan heykel yapıcısı diyebileceğimiz kültür esnafını eklememiz gerekiyor. Esnaf ve KOBİ’lerin desteğiyle bu günlere gelen iktidarları döneminde semaver heykeli yapan bir kültür esnaf zümresi de yaratmayı başardılar. Tüm bunların 19 yıl sonra iktidarda derin bir hayal kırıklığı yarattığı aşikâr olsa gerek. Gazete ve televizyonlarda ağzı iki kelime laf yapıyor diye paye verilen İslamcı ya da kendini liberal sanan muhafazakâr isimlerin nefret suç dozajına bakarak da kültürel hegemonya kurulamıyor. İzlenen aslında kültürel vasatlığın kutsanması, yerli ve millilik üzerinden kültür değil de gayet mahalli, tuhaf bir folklor yaratmak.
Aslında bu heykel mevzusu çok derin elbette. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren heykel ideolojik bir araç olarak kullanıldı. İnegöl köftesi ya da Nasrettin Hoca heykellerinin arkasında da vasatlığın kutsanmasına dayalı ideolojik bir altyapı var. Oysa bu topraklarda Efes'te, Perge’de, Magnesi’de çok sayıda heykel okulu, daha en başından çıtayı yukarılara taşımıştı. Cumhuriyet döneminde kurulan Güzel Sanatlar Fakülteleri de heykele her zaman önem verdi. Bu nedenle Diyarbakır’daki birden çok karpuz heykeli, Vezirköprü’deki semaver, Kastamonu’daki sarımsak, Samsun Çarşamba’da yumurta topuk ve sekiz köşeli kasket, İnegöl’deki köfte ve daha bilumum heykelimsi şeyler geldiğimiz noktanın hazinliğini gösteriyor.
Mustafa Kemal Atatürk henüz Cumhuriyet kurulmadan önce, Bursa’da 22 Ocak 1923 tarihinde yaptığı bir konuşmada heykelin putperestlik olmadığına halkı ikna etmek için şunları söylüyor: “Anıtlardan söz açan arkadaşımızın amacı heykel olsa gerektir. Dünyada uygarlığa ulaşmak, ilerlemek, gelişmek isteyen herhangi bir ulus ister istemez heykel yapacak ve heykelci yetiştirecektir. İslâm gerçekleri tamamen anlaşıldıktan ve beliren vicdan inancı güçlü olaylarla doğru çıktıktan sonra, birtakım aydın kişilerin böyle taş parçalarına tapacaklarını farz etmek ve sanmak İslâm dünyasının onurunu kırmak demektir. Aydın ve dindar ulusumuz ilerlemenin nedenlerinden biri olan heykelciliği en yüksek derecede ilerletecek ve yurdumuzun her köşesi atalarımızın ve bundan sonra yetişecek çocuklarımızın anılarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir.” (1)
Nitekim ilk olarak Sarayburnu’nda 1926 yılında açılan Atatürk heykelleri bize çok şey söyler. Atatürk bu heykellerde her zaman heybetlidir, çatık kaşlıdır, daima ileriyi gösterir. Bunu Antik Roma geleneğinden günümüze gelen anıt geleneğine borçluyuz aslında. Anıtlara aşağıdan yukarı doğru bakarız, bu açıdan bir anlamda tanrısallığı anımsatır. Anadolu’nun her yerine yayılan bu Atatürk heykellerinin bulunduğu alanlar, aynı zamanda ideolojik ayrışma ve eylem mekanlarıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren heykellerin önünde eylemler yapılır, sloganlar atılır ya da heykeller tahrip edilir.
Atatürk heykellerini estetik açıdan, bugünkü komedi unsuru AKP işleriyle karşılaştırmak elbette büyük haksızlık olur. Ama bu anıtlarla ilgili son derece efsane hikayeler de yok değil.
Malatya’da 1940’larda yapılan anıtta Atatürk’ün yanında yer alan genç, Yunan heykellerinde gördüğümüz ideal insan vücuduna sahiptir ve anadan üryandır. Halk bunun “sanat” olduğunu kabul etmez. Bunun üzerine Valilik Malatya Lisesi’nde bir toplantı organize etmeye karar verir. Toplantıda resim hocası Hayri Bey dili döndüğünce o gencin neden çıplak olduğunu anlatmaya çalışır. Dinleyenlerden Bekir Ağa, “O zaman hoca, tahtaya bir çıplak kadın erkek çizsin de sanat neymiş görelim” der, resim hocası bunu kabul etmez ve heykeldeki gencin önüne bir yaprak eklenir, bir anlamda heykel hadım edilir.
Samsun’daki “İlk Adım” heykeli de aynı dertten mustarip olur 80’li yılların başlarında. Her şeyi bilen Kenan Evren, şehri ziyareti sırasında Atatürk heykelini elbette müstehcen bulur, devir Playmen, Playboy’ların torbada satıldığı yıllar tabi… Heykel, depoya kaldırılır, 2000’lerin başlarında tekrar yerine konulduğunda yine tartışmalar alevlenir falan filan…
28 Şubat sürecinde Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu’nun Sultanbeyli’ye Atatürk heykeli dikmesi, 1973’de Gürdal Duyar’ın Güzel İstanbul heykelinin İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk tarafından “Türk anasına hakaret” olarak nitelendirilerek kaldırılması (bugün Yıldız Parkı’nda), Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nın Erdoğan tarafından ucube olarak tanımlanarak kaldırılması, yakın geçmişimizin nadide hikayeleri olarak hafızalarımızda hala taze. Alt Nokta Körler Vakfı tarafından Reşitpaşa’da yaptırılan heykelde Atatürk’ün kör bastonu ile tasvir edilmesi de heykel tarihimizin absürt örneklerinden biri olsa gerek.
Tabii heykel konusunda en tuhaf hikâye Oscar’ını tartışmasız Emirdağlılara veriyoruz. Atatürk heykeli Emirdağ'da "çok yıprandığı" gerekçesiyle 2005 yılında yenisiyle değiştirilmişti. Ancak, belediye eski heykeli ne yapacağını bilemez. Küçük ilçeler heykeli 'sorunlu olduğu' gerekçesiyle almayınca sabotajdan korkan (meydanda olmayan bir heykele sabotaj ne demekse artık) belediye, heykeli, yerini sadece 4 kişinin bildiği bir komisyon eşliğinde gömer. Evet evet yanlış okumadınız, gömer…Üstelik AKP döneminde…Şurası bir gerçek ki bugünkü AKP 16 yıl sonra, bu heykeli yok etme konusunda o derece zorluk yaşamazdı, ne isterse yapar hale geldiği bir muktedirlik hali içinde, bazlamadan köfteye her fırsatta heykeller diken bu zihniyet bir heykeli mi yok edemeyecek? Aylin Tekiner’in İletişim Yayınları’ndan çıkan “Atatürk heykelleri: kült, estetik, siyaset” başlıklı nefis kitabındaki yorumu anlamlıdır: “Bu trajikomik olay yani Atatürk anıtının gömülerek imha edilmesi, “kuramsal” diyebileceğimiz bir korkuya ve çıkmaza işaret eder. 1951’de kabul edilen Atatürk’ü Koruma Kanunu çerçevesinde Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ya da anıtları tahrip etmek, kırmak, bozmak, kirletmek ya da bu eylemleri azmettirmek ağır hapis cezasına tabidir. Dolayısıyla bir Atatürk anıtının estetik nitelikten tamamıyla yoksun olması, figürün Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi bulunmaması bu anıtın gönül rahatlığıyla imha ettirilmesi için yeterli ve geçerli neden değildir. Bir bürokrat ancak yenisini yaptırarak bir Atatürk anıtını kaldırabilir ve estetik niteliği ve yıpranmışlığı her ne olursa olsun eski anıta yeni bir yuva bulmakla yükümlüdür.” (2)
Neyse biz konumuza dönelim…Heykel, tıpkı Taksim’de AKM ve karşısına dikilen cami arasındaki ideolojik gerilimde olduğu gibi işlevi olan bir araç aslında. İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 2018’de “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” diyerek afili Marksist kavramlarla “siz-biz” ayrımının en müstesna örneklerinden birini vermişti. Zaten muhafazakâr bir iktidar olarak, takip ettiğiniz ideolojinin yapısı ve kullandığınız dilin kısırlığı gereği, damarlarınızda duyduğunuz asil meşruiyet ihtiyacı, sizi sol jargona ister istemez atacaktır. Kültürel hegemonya, hababam karpuz, kayısı, köfte “heykelleri” dikerek inşa edilecek olsaydı, insanları aşıya ikna etmek için Cem Yılmaz, Şener Şen, Ezgi Mola, Candan Erçetin’den değil, Necati Şaşmaz ya da Uğur Işılak’tan yardım isterdiniz Fahrettin Bey…
Tıpkı Süleyman Soylu’nun derdini anlatmak için CNN Türk yerine Habertürk’ü tercih etmesi, Mehmet Ağar’ın Sabah yerine Sözcü’ye demeç vermesi gibi hayatın her alanında getirdikleri çürümüşlük, sakillik, vasatlık gün gelecek bumerang gibi tersine dönecek. Belki de her biri ayrı Gulyabani’ye benzeyen bu garip heykelsiler, bir gün tıpkı Süt Kardeşler filminde olduğu canlanacak ve iktidarın kâbusu olacaktır kim bilir.
1- Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi, (s: 892)
2- Tekiner Aylin, İletişim Yayınları, “Atatürk heykelleri: Kült, estetik, siyaset”, s 217-218