Diyarbakır’daki “içine çocuk girmiş karpuz heykeli” günlerdir
konuşuluyor. Harcanan paradan yarattığı görsel gürültüye, estetik
tercihlerden ulaşılmak istenen anlaşılmaz faydaya kadar, her tarafı
tartışmaya müsait. Kayyım Vali, önemli bir icraat yapmış olmanın
yanı sıra “iki dişli” heykeli pek sevimli buluyor anlaşılan. Bir
taraftan “bu çocuk biraz garip görünüyor” diyenlere “bebekleri
ayırmayın” cevabını veriyor; diğer taraftan da “reklamın iyisi,
kötüsü olmaz” diyor. Karpuzun içinden Türkiye’ye bakan o çocuk,
belki de bir ayna tutuyor bize.
Türkiye’yi dolaşınca şehir girişlerine konmuş -birbirinden
acayip- benzer “heykellere” rastlamak mümkün. Çeşit çeşit meyve
sebze, çanak çömlek, halı kilim, çalgı çengi, ekmek pide, yiyecek
içecek artık ne bulunduysa “heykel” formunda dikiliyor karşımıza. O
beldenin meşhur ettiği veya böyle olması istenen bir ürünü ya da
bir durumu simgelediği iddiasındaki ucube figürler. Bunların,
“yerli kıymetler” olarak övünçle sergilenebileceği, birilerinin
dikkatini çekeceği düşünülüyor. Ancak yerlilikle pek ilişkisi
kurulamayacak, dünyanın en pahalı dinozor ve goril heykelleri de bu
ülke belediyeleri tarafından yapıldı.
“Vatan toprağını arsaya çevirmenin” normal, “tarihi eser”
yapmanın mümkün olduğunu düşünen bir aklın, yukarıdan aşağıya doğru
nasıl bir zihniyet transferi yaptığını, bunu nasıl tabana yaydığını
gösteriyor durum. Bir kasaba girişindeki refüjlere yerleştirilmiş
alçı heykelden geçiş garantili pahalı köprülere, dünya kültür
mirasına girmiş eserlerin kötü kopyalarından kendine yeni “boğaz"
yapmaya kadar geniş bir hareket alanı var bu zihniyetin. Üstelik
önceki rejimin (eski Türkiye’nin) “heykellerden” ibaret eserleri ve
sadece sembollere abandığı iddiası eşliğinde yapılıyor bütün
bunlar.
“Sadece heykel yaptılar” dediklerine, daha bol betonlu
“anıtlarla” cevap verilmeye çalışılıyor. En kaba faydacılığın,
milli dava diye pazarlanmasına imkan veren fonksiyonel akıl,
“itibardan” ve nasıl olursa olsun kendinden bahsettirmekten
tasarrufu aklına bile getirmiyor. Ormanları taş ocağına, madene;
kıyıları beton havuzlara, kanalizasyon borularına benzetirken
herhangi bir sorun görmüyor. Kültürel-fikri hegemonyanın
anıtlarının sakaletine değil azametine bakılıyor. Övüncü,
yaptığında değil yapabilmesinde arıyor.
Şehirlerin, kıyıların, ormanların tahrip edilmesiyle, yetmezmiş
gibi herkesin cebinden çıkan paralarla bedeli ödenen iktidar
alametleri, sadece fiziki dünyamızı biçimlemiyor aslında. Bir yolda
karşımıza çıkıveren bir “heykelin” yarattığı şaşkınlıktan ibaret
olmuyor yaşananlar. İktidarın 20 yılının çıktısı diye sunduğu,
Bahçeli’nin daha da eski bir misyona bağladığı, kadim davanın
hedefi sayılan yönetim sistemi de karpuzun içinden çıkan çocuk
heykeli kadar acayip ve ürkütücü. Hemen her alanda, sadece
yöneticilerin düştüğü abes durumlarla sınırlı kalmayıp memleketin
topluca taşıdığı yükte herkes ortaklaşıyor.
Dozu değişse bile kimsenin kendisini dışında tutamayacağı bir
ortak vebal var. Öncelikle akıl edenler, yapanlar ve
destekleyenler; ardından seyredenler, karşı durmayı ve itiraz
etmeyi beceremeyenler diye gidiyor vebal zinciri. Bazen alay ederek
bazen öfke duyarak izlemek zorunda kalınan, yapılırken müdahale
edilemeyenler, yapıldıktan sonra hesabı sorulamayanların
oluşturduğu yığın büyüyor. Deprem parası olarak veya İBAN
adresinden toplanan; Merkez Bankası rezervi ya da belediyenin
bütçesinden harcanan her kuruş ve yasa tanımaz keyfiliğin attığı
her adım için geçerli bu.
Yasada açıkça yazılmış ihale kurallarına aykırı bir yolsuzluğun
teşekkürle üzerinin kapatılması izleniyor. Sosyal medyadaki video
paylaşımlarından devletin ortak olduğu suç organizasyonunun bilinen
kavgası seyrediliyor. 128 Milyar dolar nereye ve nasıl gitti bir
türlü öğrenilemiyor. Kasa kasa sebzelerin çöpe gitmesine; pedlerin,
kitapların, ampullerin satış yasağına neden olan “derin
planlamanın” faili bir türlü anlaşılamıyor. “Ramazanda içki mi
savunulsun?” denirken, insanların kadehleriyle birlikte
belediyelerin elindeki ruhsatın da gideceği anlaşılıyor.
“Aşı nerede sorusu” cevap bulmamışken, “turiste görünme” kriteri
ilan ediliyor. Doktorların, bilim insanları, örgütlerin,
kurullarının “yapmayın” dediği birer birer yapılıyor ve bunun
hesabı yine boşta kalıyor. Mesela, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın
salgının başlarında, erkenden kullanıma sokulmasıyla övündüğü ve
bolca stok yapıldığını söylediği hidroksiklorokin adlı ilaç tedavi
rehberinden çıkarıldı. Kim koydu, kim çıkardı? Kim dedi, neye
dayanarak dedi, kim verdi, bedeli ne oldu, şimdi ne değişti?
“Yaparken de cevabı gereksiz, dönerken de lüzumsuz.”
İçişleri Bakanı, İmamoğlu’nun ellerini arkasında bağlamasıyla
ilgili televizyonda konuşuyor: “Bana göre suç ama soruşturma izni
vermem”. Nitekim vermiyor ve yandaş gazetecilerin “İmamoğlu
üzülmüştür” değerlendirmeleriyle mesele kapanıyor. Ancak bu kısa
cümlenin neredeyse her kelimesi, kanunsuzluk ve keyfilikte gelinen
noktayı özetliyor. “Suçu ben belirlerim, istersem de suç
sayılmasını durdururum”. Bu ülkenin meydanlarında kimi zaman isim
isim, kimi zaman gruplar halinde suçlar ve suçlular ilan eden
devlet yetkilileri oldu. İhanetin, seçim çalmanın, camiye içki
sokmanın, amirallere bildiri yazdırmanın, döviz operasyonlarının
delillerinin açıklanacağı, görüntülerinin verileceği “Cuma”lar
geçip gitti.
Suçlu ilan edilenler beraat edince, bu kararların komplo,
manevra, darbe olduğu söylendi. Seçimler gibi mahkemeler de istenen
sonuca kadar tekrarlanmaya çalışılıyor. Örnek, Gezi Davası. Diğer
taraftan, “bu fakir bu görevde oldukça” çıkamayacak olanlar, o
fakir istediğinde okyanus ötesine gidiveriyor. Herkesin gözü
önünde, “arkadaşıma bir af lazım” denilerek hapisten çıkartılanlar,
kaldığı yerden devam ettiğinde “dava arkadaşı” ilan edildi. Kanla
duş hülyası fikir özgürlüğü sayıldı. Yolsuzluğunu, usulsüzlüğünü
söyleyene, bununla övünene teşekkür edilerek veda edildi.
Karpuzdan çıkan (aslında oraya sokulmuş olan) o garip çocuk,
arabayla geçip arkanızda bıraktığınızda unutulabilecek bir şey
değil. Hayatın her alanından her an çıkabilecek, fırlayabilecek,
üzerinize düşebilecek, sakillik, saçmalık, keyfilik, hesapsızlığın
cisimleşmiş hali. Bunlara şaşırıp gülmek, alay edip eğlenmek,
öfkelenip küfretmek mümkün elbette. Ancak birilerinin rahatça
yapabildiği, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün bu
acayipliklerin kocaman bir zihniyet dünyası var. Tek tek ele
alınınca saçma, komik, lüzumsuz görülen; gerekçesi ve anlamı
konusunda sürekli sıkıntıya düşülen; arkasından gelecek güçlü bir
tehlikeyle ilişkilendirmeyince boşlukta kalmış gibi görünen bir
arka plan bu.