Röportajlar belirli bir düzen çerçevesinde takip edildiğinde hemen hepsinin millilik ve yerliliğe ya da Osmanlı’ya sık referanslar içeren bir biçimde tarihsel ve toplumsal değerlere vurgu yaptığı ve “Cihangir solculuğu" olarak etiketlenen halktan kopuk bir sol pratikten şikayetçi olduğu görülebilir... AKP'nin bir zamandır yükselttiği kültürel iktidar talebi ve kuruluşundan bu yana kültürel hegemonya için sürdürdüğü mücadele bağlamına yerleştirilmeksizin bu röportajların anlaşılması pek mümkün değil.
Sabah gazetesinde bir zamandır aslında Sabah
çevresiyle hiç ilişkisi olmayan ya da çok sınırlı bir ilişkisi
bulunan bir siyasal ve kültürel muhitten isimlerle haftalık
röportajlara yer veriliyor. Söz konusu röportajların basit bir
yandaş medya pratiği içinden el yordamıyla hazırlanan röportajlar
değil, belirli bir siyasal iletişim ve propaganda aklının izlerini
taşıyan, “yol yordam” izleyerek kotarılmış röportajlar olarak
görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu manada da daha geniş bir
kültürel iktidar ve hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak
tasarlanmış bir röportaj dizisiyle karşı karşıyayız. Bu nokta
açıklıkla irdelenmediği müddetçe, röportajları veren isimlere
yöneltilen eleştirilerin de bir kutuplaşma söylemini körü körüne
sürdüren eleştiriler olarak yaftalanması kaçınılmaz, ki öyle de
oluyor.
Oysa bu röportajlar kültürel alanda belirli bir sözün
iktidarının pekişmesine ayarlanmış röportajlar olarak daha dikkatle
bakılmayı da hak ediyor. Röportajı bir kültürel hegemonya aracı
olarak “başarı” ile araçsallaştıran, röportaj türü ile aslında
içsel bir bağı ya da akrabalığı olmayan bir propaganda üslubunu iç
içe geçiren röportajlar bunlar. Röportajda içerilmesi gereken
“derinleşme” amacı yok. Hayatın farklı alanlarına dair sözlerle
yayılma, düşünceleri tespih gibi yan yana dizme ve bir ip etrafında
birleştirme çabası var. Adamakıllı bir eklektizm söz konusu. Böyle
olduğunda da konuşulan kişinin Bülent Ortaçgil, Derya Köroğlu,
Rojin ya da Ebru Yaşar olması hiç fark etmiyor. Kişiler de
araçsallaşıyor; bu röportajı gerçekleştiren kişinin kafasındaki
hazır metni söze dönüştürmekle sınırlı bir işlevleri oluyor.
Her ne kadar söz konusu röportajlar arasında daha çok Selda
Bağcan, Bülent Ortaçgil, Hasan Saltık veya Derya Köroğlu gibi AKP
dışı bir çevreye aitliği, muhalifliği, sola yakınlığı veya
solculuğu kabul gören isimlerle yapılanlar dikkat çekici olduysa
da, aslında Sabah’ın Günaydın ekindeki röportajlar bu
kesim dışında çok sayıda ismi de kapsadı. Söyleşi yapılan kişilerin
ortak noktası, sinema, televizyon, müzik, edebiyat gibi kültür
sanat çevrelerinden isimler olmalarıydı. Bu isimler kültürün daha
ayrıcalıklı bir kesime hitap eden “seçkin” ve korunaklı
alanlarından da olabiliyordu, popüler kültür alanından da. Herhangi
bir sıra gözetmeksizin yazarsak, Ara Güler, Tuluyhan Uğurlu,
Anjelika Akbar, Selim İleri, Ahmet Ümit, Cüneyt Arkın, Ediz Hun,
Altan Erkekli, Halil Ergün, Hasan Kaçan, Ajda Pekkan, Teoman,
Kıraç, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Ali Poyrazoğlu, Fatoş Güney,
Türker İnanoğlu, Osman Sınav, Gamze Özçelik, Ebru Yaşar ve Seda
Sayan röportaj yapılan isimler arasındaydı. Hatta esasen iş
dünyasından olmakla birlikte özel hayatıyla medya radarına sık
takılarak, “ünlü” kategorisine girmeyi başarmış olan Ali Ağaoğlu
gibi isimlerle de röportajlar yapılmıştı.
Röportajlar belirli bir düzen çerçevesinde takip edildiğinde
hemen hepsinin millilik ve yerliliğe ya da Osmanlı’ya sık
referanslar içeren bir biçimde tarihsel ve toplumsal değerlere
vurgu yaptığı ve “Cihangir solculuğu" olarak etiketlenen halktan
kopuk bir sol pratikten şikayetçi olduğu görülebiliyordu. Solun
başarısızlığı ve neden başarısızlığa mahkum olduğu da, kimi zaman
açık kimi zaman örtük ama muhakkak klişe ifadelerle bu
röportajlarda yerini almaktaydı.
Adetten olduğu üzere, “solun başarısızlığı” tespiti, hemen her
kritik kavşakta ve her tarihsel konjonktürde sağın birbirleriyle en
kavgalı ve düşman kesimlerinin bile arkasına devlet gücünü alan bir
ittifakta buluşarak, sol düşünceyi ve sol mücadeleyi ağır bir
kıyıma maruz bıraktığı ve mücadelenin nasıl tahripkar bir saldırı
ve baskı altında sürdürüldüğüne hiç değinmeksizin yapılan bir
tespitti. Başarının iktidar olmaya indirgenmesi ve Türkiye’yi
“medeni” dünyada bir aktör olarak konumlayan tarihsel kazanımlara
sol düşüncenin ve mücadele pratiklerinin katkısının tümden yok
sayılmasını filan da unutun gitsin...
Kuşkusuz birlik ve beraberlik ile irilik ve dirilik arzusu, dış
mihrakların, dış düşmanların, emperyalist Batı’nın ezeli ve ebedi
ikiyüzlülüğü bu röportajların bir kısmında tekrar tekrar karşımıza
çıkıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cesareti, çalışkanlığı,
Türkiye’nin uluslararası dünyada sözü dikkate alınan bir aktör
olmasına katkısı da bu röportajların leitmotifini oluşturan diğer
konulardı.
Bu röportajlar, “başını örtmesi ve bir gün kapanması
gerektiğini” bilen Gamze Özçelik’i de, Lerzan Mutlu’yla
barışmalarını konuşmanın akabinde Afrin operasyonuna sıçrayan bir
röportaj çerçevesinde Seda Sayan’ı da, Yılmaz Güney’in köşklerde ya
da Cihangir’de oturarak senaryolar yazmadığının altını çize çize
konuşan Fatoş Güney’i de karşımıza getiriyordu. Seda Sayan lafını,
sanat düşmanı olduğunu ve affedemediğini belirttiği Kılıçdaroğlu’na
bağlayarak tamamlıyor. Ediz Hun Türkiye ile iyi geçinmeyenin
zararlı çıkacağını söylüyordu. Sanıldığının aksine, röportaj
yapılan ünlülerin illaki karşı mahalleli, muhalif ya da solcu
olmaları da gerekmiyordu.
Bu röportajlar uzunca bir zaman birbirleriyle
ilişkilendirilmedi. Diyelim ki Teoman bir şey söylemişti, o öne
çıkarıldı ve eleştiri okları kişisel olarak Teoman’a ve
söylediklerine yöneldi. Ya da işte geçtiğimiz ay Derya Köroğlu
olayında olduğu gibi, başka bağlamlarda dile gelmesinde sorun
olmayacak düşünce ve ifadelerin yandaş medyada istismarı konusu
üzerinde duruldu. Röportajlarıyla buna imkan veren isimler
eleştirildi. Diğer bazı müzik eleştirmenleriyle birlikte
Birgün Pazar ekindeki bir yazıda görüşlerine yer
verilen Murat Meriç, bu çerçevedeki önemli bir eleştiriyi dile
getirmişti. Son röportajlar ayrıca bir Duvar yazısında,
solun kültürel hegemonyası çerçevesinde ele alındıysa da bu yazı
bütün söyleşileri birlikte düşünmeye izin veren bir kapsayıcılıkta
değil, belirli bir noktaya odaklanmış bir yazıydı.
Kişisel olarak bu röportajları Bülent Ortaçgil, Ajda Pekkan,
Derya Köroğlu, Hasan Saltık... röportajları olarak ayırt etmenin ve
her birini kendi öyküsünden ya da politik çizgisinden yola çıkan
bir itiraz noktasından eleştirmenin yeterli olmadığını düşünüyorum.
Sosyal medyada sıkça rastlandığı gibi, bu isimlerin çıkarları
gereği aynı gemiye doluşma hevesinde olan veya halihazırda
iktidarın nimetlerinden yararlanan isimler olduğunu söylemek de
açıklayıcı olmuyor. Belki bazıları için olabilecekse de bazıları
için olmuyor. Söz gelimi Bülent Ortaçgil, iktidarın nimetlerinden
yararlandığında, bugüne kadar yaşamadığı hangi hayat biçimini ya da
hazzı yaşamayı hesaplıyor olabilirdi ki bu saatten sonra?
Kısacası AKP’nin bir zamandır yükselttiği kültürel iktidar
talebi ve kuruluşundan bu yana kültürel hegemonya için sürdürdüğü
mücadele bağlamına yerleştirilmeksizin bu röportajların anlaşılması
pek mümkün değil. Söz konusu röportajlarla ilişkili olarak bu bu
geniş bağlama, birkaç gün önce Medyascope.tv’de yayınlanan
güzel bir röportajına denk geldiğim, Kültür Servisi yayın
yönetmeni Aslı Uluşahin’in kısaca değinmesi dışında, kimsenin
değindiğine de rastlamadığımı belirtmeliyim.
Bu röportajlarla ilişkili gözden kaçan bir nokta var. Söz konusu
röportajlar aslında Sabah ve yandaş medyada zannedildiği
ve arzu edildiği ölçülerde konuşulmuyor. Bu röportajlardan yola
çıkarak, AKP ya da Cumhurbaşkanı ile ilişki kuran ve davetlere
icabet eden “sanatçıların” lince uğradığı iddiası da bu anlamda çok
da doğru değil. Bu iddia ancak Twitter ya da Facebook gibi sosyal
medya ortamları bakımından geçerli ki oralardaki tepkiler de bir
röportajdan diğerine parlayıp sönen -ve elbette bir kısmı gerçekten
çok rahatsız edici olabilen- tepkiler olarak ortaya koyuluyor.
“Linç” iddiasını en çok yandaş köşe yazarları ya da aktroller filan
dile getiriyor ki, bu dile getirişin de esasen onların bildik
“linç” yöntemleriyle yapıldığını söylemek de gayet mümkün... Söz
konusu linç iddialarının adeta birer yargısız infaz platformu olan
medya ortamlarında ve köşelerinde dile gelmesi de absürdün
sınırlarını zorluyor zaten. Zamanında bu mecralarda Mehmet Ali
Alabora’ya yapılanlar, Fazıl Say’a, Sıla’ya ve Atilla Taş’a reva
görülenler filan düşünüldüğünde, linç neymiş, nasıl gerçek yaşamsal
bir tehdit içerebilirmiş onu da hatırlıyorsunuz...
Tuba Kalçık ve Hasan Saltık
(Fotoğraf: Sabah Gazetesi)
Bundan da öte, Sabah röportajları ile ilişkili
enteresan bir nokta da, sol ve muhalif karşı mahallede bu
röportajların basitçe “Sabah Röportajları” olarak görülüyor ve
hatta pek görülmüyor olması. “Sabah röportajları” konuşulurken bu
röportajları yapan kişinin adı bile geçmiyor çoğu kez. Oysa bu
röportajları yapan Tuba Kalçık bir zamandır bu alanda bir “marka”
da inşa ediyor. Tuba Kalçık, röportaj için çektirdiği fotoğraflarda
kendisinden esinleniyor olsa da, Ayşe Arman’dan veya röportajlarına
damgalarını vuran kimi usta gazetecilerden oldukça farklı saiklere
sahip. Fakat yine de giderek belirginleşen bir tarzı var ve yavaş
yavaş kendi damgasını da oluşturuyor.
Üstelik Tuba Kalçık erken kalkanın yol alacağı düşüncesiyle
Sabah’tan işe koyulmuş bir isim değil. Akşam’larda filan
da rastlarsınız ona. Hatta daha 2012, 2013 yıllarında A
Haber’de yayınlanan “Canan Barlas ile gündem” programı için
yaptığı röportajlara YouTube’dan ulaşabilirsiniz. Bu program için
Ali Bayramoğlu ile Suriye gerilimini konuşurken ya da çözüm sürecinin henüz büsbütün
tepetaklak olmadığı bir dönemde, eski MİT’çi Mehmet Eymür’le
röportaj yaparken, Sabah’a
geçişi bir gün “flaş transfer” olarak anılacak bir isim olacağının
da ilk işaretlerini veriyor aslında.
Bu ismin gazetecilik pratiği sadece sektör tecrübesi içinde
geliştirilmiş bir pratik de değil. Röportajları okurken, bir
noktada, Tuba Kalçık’ın aynı zamanda genç bir “iletişim bilimci”
olduğunu da öğrendim. Kalçık Medipol Üniversitesi İletişim
Fakültesi öğretim üyesi. Yüksek lisans ve doktora derecelerini
siyasal iletişim, siyasal kampanyalar ve propaganda üzerine bir
literatür temelinde AKP’nin siyasal iletişim faaliyetini anlamaya
odaklandığı tezleriyle almış. Sabah’ta röportajı yayınlanan sol
veya muhalif camiaya mensup isimlerin itibarlarının sarsıldığı
bilgisi bir ölçüde doğru olsa da Kalçık’ın amacının bu olmadığını
da rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun meselesi daha çok millici,
yerlici düşünce ve anlam dünyalarının aslında karşı mahalle
mensuplarınca da paylaşıldığını göstermek. Bu söylemleri çoğaltmak
ve kültürel alanı bu söylemlerle kaplamaya katkıda bulunmak...
Tuba Kalçık’ın röportajlarında çok sık biçimde ifade özgürlüğü
meselesine gelmesi ve karşı mahalledeki “baskılara” değinmesi de
oldukça dikkat çekici. Oysa gerek yüksek lisansını gerek doktora
derecesini aldığı iki ayrı iletişim fakültesinin öğretim
kadrosunda, sadece bir barış bildirisine imza attıkları için,
KHK’larla hayatları biçilmiş birçok isim var. Hapis cezası almış
akademisyenler var. Diğer şeyler bir yana, Kalçık’ın bünyesinde
çalıştığı medya kuruluşları, bu hocaların fotoğraflarını terörle
irtibatlı veya iltisaklı, hatta düpedüz “terörist” akademisyenler
olarak yayınlamakta bir an olsun tereddüt etmemiş kuruluşlar.
Kısacası, hukukun askıya alınmışlığı, yandaş medyadaki yargısız
infazlar, muhalif medyaya hayat hakkı tanınmaması ve havuzda
boğulmuş anaakım medya sorunu bir yana bırakıldığında bile, çok
ilginç bir durum var ortada. İletişim bilimci bir gazeteci,
söyleşilerinde sol muhalif “karşı” mahalledeki baskıdan söz ediyor.
En ilişkisiz popüler kültür figürleriyle konuşurken bile konuyu
Kürt meselesine getiriyor ve bu bağlamlarda “ifade özgürlüğü” gibi
kavramları geniş geniş kullanıyor. Çok güzel, peki. Fakat kimisinin
öğrencisi de olmuş olduğu birçok meslektaşının yaşadığı baskı ve
maruz kaldığı zulmün, basitçe ifade özgürlüğünü kullanmakla
ilişkili olup olmadığı ve onlara yapılanların “küçücük” de olsa bir
“AKP baskısı” olarak anlaşılıp anlaşılmayacağı gibi sorular
kafasını hiç kurcalamıyor mu acaba?
Son bir cümle olarak, Tuba Kalçık ve Sabah röportajları
sayesinde görüyoruz ki o mahallede her şey şahane... Orası sadece
kendine “mahle”...