Karşı şeridi tıkamayacaksın

Kimse atı alıp bir yeri geçmedi. Erdoğan hâlihazırda zaten her istediğini yapabiliyor, yaptırabiliyor. Daha bir süre yaptırır. Sokağa dehşet salmaya yönelirlerse, Üsküdar’daki yüzde elli üç, olacak altmış üç; görecekler. Nerede, hangi yılda yaşadığının bile farkında olmayan, fena gaza getirilmiş kitle, şurada burada vurup kırmaya yeter. İktidar olup ekonomisiyle, kültürüyle bir toplum hayatını yönetmeye, yönlendirmeye değil.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr
.

Şu yukarıdaki fotoğrafı referandum günü, oy verdikten sonra Beşiktaş’tan Ortaköy-Kuruçeşme yönüne yürürken çektim. Fotoğrafı çeken bendenizin, o durduğum şeritte duramıyor olmam, çünkü karşıdan araçların geliyor olması gerekiyor. Ama gelemiyorlar. Fotoğrafa azıcık bakın, sonra konuşalım.

Ne var bunda? Çok sıradan bir görüntü değil mi?

Öyle. Çünkü toplum görünümlü kabileler kalabalığı olarak nasıl yaşadığımızın resmi. Dolayısıyla alışkınız. Hayatımıza yön veren ilkelerin, temel davranış biçimlerimizin soyutlaması.

Bunların başında iki aslî unsur geliyor: “Hak” kavramının yokluğu ve ortak kuralın, “oyunun kuralı”nın hiçe sayılışındaki kolaylık. İsterseniz hak kavramının esamisinin okunmadığı yerden “başkalarının hakları” kavramına -“insanlık” diye bir şey varsa onun önşartı- kaç ışık yılı mesafe olduğunu hesaplayabilir, isterseniz fotoğrafta görünmeyen, ama hepimizin hissettiği şeylerden azıcık katabilirsiniz. Meselâ, böyle bir durumda yaygın infialle karşılaşmayışımızın altında yatan “sır”: Herkes, yarın öbür gün sol şeridi tıkayan uyanıklar arasında yeralabileceğini bildiği için tepkiler ona göredir; ayarlıdır. Veya delikanlılığı elden bırakmama adına beyhûde gürültü çıkarıp kimlik-kişilik tazeleme girişimleri: Kimsenin duymayacağını, herhangi bir sonuç yaratmayacağını bilerek “hüoop!” çekme numaraları. Hüoop’umu çektim mi, çektim!

Uzatmayayım. Referandum günü için simgeselin de ötesinde anlamlı bir yaşantıydı. Bunu çektikten sonra, -mecburen otobüslerden inip yayan devam eden onlarca insanla birlikte- Arnavutköy’e kadar yürüdüğüm yaklaşık elli dakika boyunca, yanımızdan arasıra iki-üç araba geçti, birkaç dakika sonra iki-üç araba daha, öyle… Otobüs hiç geçemedi. Yol boyunca önünden geçtiğimiz duraklarda insanlar oturmuş bekliyorlardı. Fotoğraftaki durumun bir-iki dakikalığına meydana geldiğini, sonra her şeyin normale döndüğünü sanmayın.

TEK ŞANSIMIZI YOK ETMEK İÇİN OYLAMA YAPTIK

Oy atmanın insana iyi gelen, ferahlatıcı bir etkisi vardır. Bu defa, üstelik, gerilim artsın diye elden gelenin arda konmadığı sürecin ardından, havanın ilk defa doğru dürüst ısınıp güzelleştiği Pazar günü, herkes kendini dışarılara atmıştı. Biliyorsunuz, bizde kendini dışarı atmak, kendini -ve birilerini daha- dört tekerlekli taşıt aracının içine koyup dışarıya araba camından bakmak anlamına gelir.

Oy vermek, seçim, seçebilme hakkı, seçebilme hissi, iktidar sahibi olmayan, gücü-kudreti paylaşmayan insanlar için kırk yılda bir kendini önemli hissetme şansı. Pazar günü, bu hakkı ve şansı yok edelim mi diye oylama yaptık.

Belki de önümüze konan seçmeli problemin sonucu tahakküm hırsıyla, adaletsizlikle içiçe geçmiş olduğundan, o tercih gününe temiz pak gelemedik. Olabilecek her türlü haksızlık, adaletsizlik, hile yapıldı, her türlü yalan dolan denendi. Yetinilmedi, yalan dolandan propaganda malzemesi imal edilip şehirlerin her tarafına asıldı. “Sıkıyönetim kalkıyor”!? Neydi meselâ? Hayır diyeceklerin vebalı görülmesi için elden ne geliyorsa yapıldı. İktidarı huzursuz edebilecek insanlar zaten vakitlice hapse atılmıştı. Alenî tehditlerden satırlı saldırıya, her yol mübahtı. Tek eksik kalan, “şunlar hayırcıdır!” diye bir grup insanın ortalık yerde kurşuna dizilmesiydi.

HİLESİZ İŞ YAPMAK GÜNAH MIDIR?

Türk İslâmcısının iktidar pratiğinde, öyle görünüyor ki, hilesiz iş mundar sayılıyor. Bir tek işi de hilesiz yapın! I-ıh! Olmuyor. Çünkü olamıyor. Çünkü bir vakit birisi birilerini, her haltı ye, Allah’a “senin için yaptım” dersen o hemen bütün günahlarını sevaba çevirir, diye kandırmış. İflah olunamıyor. Yoksa bu yatkınlık nereden nasıl bu kadar böyle?

Azıcık haysiyeti olan herkesin lafı hiç dolandırmadan haykırması gerekir ki, Yüksek Seçim Kurulu’nun yaptığı, feci bir şeydir, kabul edilemez. O mühürsüz zarflardan çıkacak oylarla sonuç değişeceği için değil. Belki de yalnız fark azalacak, sonuç değişmeyecek. Bilmiyoruz.

İlk büyük facia, YSK’nın, ülkede kalan son “kurum”un da artık aramızda olmadığını ilan etmesi. Bundan böyle YSK’ya güvenecek kimse var mıdır? Güvenebileceğimiz başka herhangi bir kurum var mıdır? “Bürokrasi”den kurtulduk, müjde!

Hukuk “engeli”nden de kurtuluyoruz! İkinci ve daha büyük felaket, seçim denen mekanizmaya güvenin ürkütücü şekilde azalması. Erdoğan+AKP iktidarının hiçbir alanda kural ve kurum tanımaması ve mümkünse kural-kurum adına ne varsa yok etmeye uğraşması, zaten toplum olamamış seksen milyonluk bir insan topluluğunu birarada yaşayamaz hale getirecek bu gidişle. 7 Haziran seçim sonuçlarının yok sayılması, ülkenin seçim geleneğini sersemleten çok sıkı bir darbeydi. Şimdi, ölümcül artçı vuruş geldi.

Hilenin ve ahlâksızlığın büyüğü, yine de, YSK’nın referandum günü manevrası değildi. Din istismarı yolunda zerrece utanması sıkılması olmayan zevat, pekâlâ hayır oyu verebilecek çok insanı, yine en olmaması gereken yerden bağladı. Dindar insanları, hayır oyu verirlerse “onlardan” olacaklarını işleyerek korkuttular. Bu muazzam bir ahlâksızlıktır. İnsanlara seçme şansı vermiş gibi yapmak, fakat bir tarafı terörist, vatan haini, şu bu ilân etmek, öbür tarafa, “kâfirle aynı oyu mu vereceksiniz?” baskısı yapmak, düpedüz riyadır, ahlâksızlıktır.

Bunun sonucunda toplumun büyük çoğunluğunun seçim denen mekanizmaya, seçim kurulu gibi bir kuruma güveni tamamen yok olursa, bundan nasıl bir sonuç doğacağını öngörüyor acaba Türk İslâmcısı? Çünkü sahici seçme imkânı ve ortamı, eşit seçenekler yoksa seçim de yoktur. Çocuklarımız, torunlarımız, Konya Ovası’nda cenk ederek mi kararlaştıracaklar kimin yöneteceğini? Bilal Erdoğan’la Berat Albayrak, birinin yanında Hayrettin Karaman’ın, öbürünün yanında Cübbeli Ahmet’in oğulları, biri Amasya’dan öbürü Manisa’dan, ordularıyla çıkıp, Engin Altan Düzyatan’ın hakemliğinde vuruşacaklar da öyle mi tayin edilecek tahta kimin çıkacağı?

Bugün bu iktidara şu veya bu sebeple destek çıkan, dayanak olan kimseler, işte bu yüzden büyük vebal altındadır.

AT VE ÜSKÜDAR

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ne derece güvenilir olduğunu hiçbirimizin bilemediği sonuç açıklandıktan sonraki konuşmasında sarf ettiği söz, maalesef, seksen milyonun kör kuyuya yuvarlanması tehlikesinden başka şey çağrıştırmıyor. Ne demek “atı alan Üsküdar’ı geçti”! Ne demek! “Siz orada eğleşin, ben kaptım kapacağımı” falan gibi bir şey mi? “Siz kumda oynayın” mı? “Attım önünüze kemik, sıyırın durun” mu? Nereye geçmiş? Attan kasıt ne burada? Kandırmış mı yani bizi? Salak mıymışız biz? Ne kastediyor?

“Yaptım numaramı” diyor olmalı. İşte tam bu noktada bakışlarınızı yukarıdaki fotoğrafa çevirmenizi sağlamalıyım.

Erdoğan’ın sözü, bu ülkede dürüst seçimlerle adaletli yönetimler oluşsun isteyenler için haliyle çok moral bozucu. Buna karşılık, referandumu, bunca baskı ve adaletsizliğe rağmen, harcanan milyonlarca liraya rağmen anca yüzde 51,4’le kazanabilmiş olması da onun için moral bozucu. Erdoğan ve “şuurlu” AKP’liler için moral bozucu çok ayrıntı var, referandum sürecinde ortaya çıkan.

Başta, atın alınıp geçildiği ileri sürülen Üsküdar. Üsküdar’da çıkan yüzde 53,3’lük hayır oyu, “Uzun Adam”-“Reis” muhabbetinden bayma emaresi mi mazallah? Yanına Eyüp’teki yüzde 51,5’i katabiliriz. İstanbul’un yüzde 51,3’lük hayırı şöyle oturup azıcık nefeslenmeyi gerektirecektir, Ankara’nın yüzde 51,1’lik hayır’ı ise muhtemelen daha derin düşünmeyi.

Bütün bu tasalı düşünme işlemlerinden, yeni bir 1 Kasım sendromu yaratmak üzere yine birçok insanın can vereceği, evlerin semtlerin yakılıp yıkılacağı şedit planlar çıkmaz inşallah.

Kimse atı alıp bir yeri geçmedi. Erdoğan hâlihazırda zaten her istediğini yapabiliyor, yaptırabiliyor. Daha bir süre yaptırır. Sokağa dehşet salmaya yönelirlerse, Üsküdar’daki yüzde elli üç, olacak altmış üç; görecekler. Nerede, hangi yılda yaşadığının bile farkında olmayan, fena gaza getirilmiş kitle, şurada burada vurup kırmaya yeter. İktidar olup ekonomisiyle, kültürüyle bir toplum hayatını yönetmeye, yönlendirmeye değil. İktidar cephesinde muazzam maneviyat açığı var.

GELİŞ ŞERİDİNİ TIKAR MI?

Geleceğimiz artık iktidar inisiyatifine değil, alternatif çıkarılıp çıkarılamayacağına bağlı. Kolayca damgalanıp lafı işitilmez hale getirilirken bile insanların aklına gönlüne seslenmeyi başaran Selahattin Demirtaş gibi bir siyasetçiyi neden herkesin -“herkesin”!- elbirliğiyle yok etmeye çalıştığını iyi anlayalım.

Onu karşıdan gelenlerin şeridini tıkarken tahayyül edebiliyor musunuz? “İdam!” diye haykıran İslâmcıya, eli silahlı faşiste soruyorum: Edebiliyor musunuz? (Yüksek sesle de cevap vermeyin, içinizden söyleyin.)

Edemezsiniz. Ahlâkî üstünlük budur ve potansiyel siyasî üstünlüğün en sağlam zeminidir. Elbette asarak keserek de hükmedebilirsiniz; ama o ahlâkî üstünlük yoksa oynayacağınız lig bellidir: zalimler ligi. Hitler, halkını bir süre peşinden sürüklemeyi başarmıştı. Yani başarılıydı. Siz de kendinizi başarılı sayabilirsiniz. Ne var ki, Üsküdar’dan gelen ses, heyhat, sizin nal sesleriniz değil.

“Ama çoktan geçtim!”

Evet, geçtiniz. 7 Haziran 2015’ten beri geçtiniz, dörtnala gidiyorsunuz. Lâkin artık epey yorgun bir at, altınızdaki. Üstelik, salak yerine koyduğunuz bizler, o günden beri sizi izliyoruz. Gücümüz yetmedi, durduramadıysak, ne maksatla nereye koştuğunuzu görmüyor değiliz.

Ve bakın, çalıntı malzemeyle inşa edilen yapılarınızın üst katlarına tırmanarak yüksele yüksele hepimizi minicik böcekler gibi görmeye başladığınız irtifadan fark edemediniz, her yaptığınız Üsküdar’dan, Eyüp’ten de görünüyor. Biz size minik böcekler gibi görünüyorduk, anlayamadınız, siz koskocaman ortalıktasınız, her yaptığınız meydanda.

Muktedir ve mütehakkim kalabilmek için kimlerin canını yakmayı planlayacaksınız, bilemiyoruz haliyle. Bildiğimiz, koşunuzun giderek hızlanacağı. Çünkü yokuş aşağı koşmaktasınız.

Alternatif demişken, üstelik ahlâkî üstünlükten sözediyorken, tek laf etmemeye neredeyse yeminliyim, ama “ana muhalefet”e dair akla geleni de kendime saklayamayacağım. Bu ülkenin ana muhalefet partisinin lideri esrarengiz bir kaset komplosuyla devrildi. Yerine gelen zat ertesi sabahtan itibaren, sanki taban hareketiyle yükselip kongrede o koltuğa oturmuş gibi davranmaya koyuldu. Partinin üyesi, sempatizanı, seçmeni, destekçisi milyonlarca kişi de bu komplonun peşine düşmedi, kurcalamadı, kim yaptı, merak etmedi, ortaya çıkarmak için uğraşmadı. Çünkü sol şeride dalmış olmaktan memnundular.

Gerisinin nasıl gelmesi bekleniyordu?

Yani işine geldiğinde geliş şeridini kafana göre tıkarsan, haliyle, kim daha şedit ve zorbaysa o kazanıyor.

Tüm yazılarını göster