Demokrasi, kendini her fırsatta belli ediyor. Ülkelerdeki
referandum/seçim süreçlerinde de bu böyle. Demokratik olmayan
ülkelerde seçim sonuçlarının genelde oldu bittiye getirildiğini,
demokratik ülkelerde ise bilakis son noktaya kadar şaibelerin
peşinin bırakılmadığına şahit oluyoruz tarihe baktığımızda. Bu
noktada iki ülke örneği vermek istiyorum:
İlk örnek, bu ara kendimize çok benzettiğimiz Venezuela.
Tehlikeli bir örnek olduğunun farkındayım. Zira işin içine
ideolojiler girince olaylara objektif bakmak pek de kolay
olmayabiliyor. Fakat burada ideolojileri değil de, tutumları
çarpıştırırsak yazı amacına daha kolay ulaşır.
VENEZUELA’DA YÜZDE 50.7’LİK SEÇİM
Venezuela’da Hugo Chavez’in ölümüyle yeni başkanı belirlemek
için 14 Nisan 2013’te halk sandığa gitti. Adaylardan biri Chavez’in
halefi Nicolas Maduro, diğeri ise Chavez karşıtı sermayenin
temsilcisi Henrique Capriles idi. Ülkenin rezil ekonomisine rağmen
Commandante’ye ve Bolivarcı devrime ihanet etmek istemeyen halk
Maduro’nun seçim kampanyasına cevap verdi ve Maduro, oyların yüzde
50.7’sini alarak Capriles’i kıl payı geçti. Fakat seçim şaibeliydi.
Muhalefet seçim sonuçlarını tanımadı ve oyların yeniden sayılmasını
istedi. Lakin Maduro bu esnada çoktan yemin ederek başkanlık
görevine başlamıştı bile. Zaten ülkedeki Ulusal Seçim Konseyi’nin
(bizim YSK gibi düşünün) denetiminden de bir şey çıkmadı, çünkü
tahmin edersiniz ki tüm yetkileri elinde bulunduran başkan bu
konseyi de kendi kontrolüne almıştı. Muhalefet seçimlerin iptali
için ulusal ve uluslararası her türlü hukuki yola başvuracağını
açıkladı. Ülkede protestolar başladı, protestolarda çokça insan
öldü. Bunun üzerine Maduro, ‘başkanlığını kabul etmeyenlere konuşma
yasağı’ içerikli tasarıyı meclisten geçirdi. Fakat protestolar ve
ölümler bitmedi. Halen de devam ediyor.
Kulağa tanıdık gelen bir örnek sanki öyle değil mi?..
DÜNYA BELKİ DE ÇOK FARKLI OLACAKTI
Diğer örneğimiz; 2000 yılı ABD Başkanlık Seçimleri, Florida.
Adaylar; Cumhuriyetçi Parti’den George W. Bush ve Demokrat Partiden
Bill Clinton’ın halefi Al Gore. Bu seçim aynı zamanda –oldu
bitticilerin aksine- sonucu en uzun sürede belirlenen bir seçim
olarak tarihe geçmiş durumda. Çekişmenin tam olarak anlaşılabilmesi
için, sistemden çok kısa bahsetmek gerekiyor: ABD’de başkan, 538
delegeden oluşan Seçim Kurulu tarafından belirleniyor. Bu delegeler
ise şöyle belirleniyor; örneğin herhangi bir eyalette her iki
partinin de 25’er kişiden oluşan delegeleri oluyor. Seçimler
esnasında o eyalette en çok hangi parti oy alırsa o partinin
delegeleri başkanı seçecek Seçim Kurulu’na gidiyor. İşte bu 2000
yılı seçimlerinde de, Florida eyaletinde her iki partinin oy oranı
birbirine çok yakındı. Usulsüzlük iddiaları ortaya çıktı. Bu
eyaletin sonucu başkanı da belirleyecekti. Zira Bush 255, Al Gore
ise 246 delege çıkarmıştı. Florida’daki usulsüzlük itirazları
üzerine oylar yeniden sayılmış ve Al Gore öne geçmişti. Sonra oylar
tekrar sayılmış ve bu kez Bush öne geçmişti. Bu kez Al Gore sonucu
Yüksek Mahkemeye taşıdı. Dokuz üyenin beşi kazananın Bush olduğu
yönünde görüş bildirdi. Oyların son durumu ise şöyleydi; Bush 2
milyon 912 bin 790 oy, Al Gore ise 2 milyon 912 bin 253 oy almıştı.
Yani, Al Gore 537 oy daha alsaydı, 2000 yılında Amerika Başkanı
olacaktı ve belki de Irak’ta binlerce insan ölmeyecekti.
Al Gore seçim sonuçlarını asil bir gerekçeyle, “Biz gerçek
sonucun ne olduğunu biliyoruz ama Amerikan halkının Amerikan
demokrasisine ve seçimlerine inancının zayıflamaması için burada
kesiyor ve sonucu kabul ediyoruz. Bush bizim yeni başkanımızdır”
diyerek kabullendi. Fakat bu cümleleri sarf edebilmek için son
noktaya kadar mücadele etti.
16 NİSAN: KIYAS KABUL ETMEYECEK KADAR KÖTÜ
Bizdeki durum ise, mücadele konusunda kıyas dahi kabul etmiyor.
Esasında Venezuela’dan bile kötü bir performans sergilediğimiz
söylenebilir. Referandumun iptali için planlı ve kitlesel bir çağrı
bir yana, sonuçların AİHM’e götürülmesi dahi günlerce tartışıldı.
Halbuki o başvuru taslağının muhalif partilerin hukukçuları
tarafından 16 Nisan akşamı hazırlanmaya başlanması gerekirdi.
AİHM’in ülkelerdeki referanduma müdahale edemeyeceği ve ortada bu
yönde bir emsal karar olmaması, üşengeç ve çekingen mücadele ruhuna
iyi bir kılıf ise de, bazen hukuki girişimde bulunmanın dahi kendi
başına bir eylem biçimi olduğu es geçildi. Oysa ki Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Protokolün 3’üncü maddesinin geniş
yorumlanabileceği üzerinden yoğun bir söylem oluşturulabilirdi. Ve
iyice kulak verilseydi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Jagland’ın
“Ancak Türk Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) manipülasyon iddialarına
rağmen referandumu iptal etmeme kararına karşı AİHM’e başvurulması
düşünülebilir” dediği duyulacaktı.
Fakat hepimiz biliyoruz ki, hukuki mücadele bu işin sadece bir
kısmı, asla tamamı değil. Neticede, iyi politika, ustaca ve
mümkünse evvelce hesaplanmış hızlı reaksiyonlardan ibaret.
Toplumların gerilimlerini iyi yönetenlerin kazandığı ise tarihle
sabit. Keza, yine yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yönetime gelmek
veya yönetimde kalmak için şaibeli yollara başvuranların, acı
şekilde o yollardan geri döndüğü de kerelerce görüldü tarihte.
Çünkü bu diyalektiğin ta kendisi. Toplumların ilerleyişinin pek de
hoş olmayan gereği. Yönetimler akıllı politikalar üretmedikçe, iş
başa düşmüş her defasında. Zor olmuş fakat bir şekilde olmuş güzel
şeyler.
Ne de olsa bu ülkede Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geçen
süre, tarihin pek küçük bir dilimi. Bugünler de tarihe not
düşülecektir elbet. Adı iyi anılmayacaklar bilhassa düşünsün bu
kısmı. Biz, hepimiz, teker teker bugünümüze sahip çıkmakla
yükümlüyüz. Kendimiz için değilse bile, en azından haksızlıkla,
şaibeyle mücadele kültürünü çocuklarımıza miras bırakabilmek için.
Güneşli günlerin daha hızlı gelebilmesi için..