Karya: Hermes’im gitti gelmez, anasının yüzü gülmez
Hem doğu hem batı olarak anılır tarih boyunca bu coğrafya. Bazen Perslerin batıdaki kuvveti olmuş, bazen Yunan medeniyetinin doğudaki görkemi nihayetinde. Nice savaşçılara, liderlere yurt olurken, nice filozoflar yetişmiş bağrında asırlar boyu.
Fatih Sınar
Yüzüme çarpan hafif esintiyle gözlerimi açıyorum ve önümde uzanan uçsuz bucaksız Ege’nin maviliğinde seyahate bırakıyorum ruhumu. Mavilikten yükselen doruklar ülkesinde bir tepeden diğerine atlıyor gözüm. Kah Kalimnos’a, kah Kos’a. Leros’un berisinde Hermes’i görüyorum, yunusunun sırtında, dalgalar üzerinde uçuyor sanki. Oysa annesi onun yokluğunda ağıtlar yakmış, türküye dökmüştü kaybolan evladının acısını: Hermes’im gitti gelmez, anasının yüzü gülmez.
Mavilikten yükselen doruklar ülkesi diye bilinir burası, kısaca Karya. Kuzeyde İyonya, güneyde ise Likya ile komşu Karya ülkesinin toprakları, içeride Frigya’ya doğru uzanan genişçe bir coğrafyaya yayılıyor. Hem doğu hem batı olarak anılır tarih boyunca bu coğrafya. Bazen Perslerin batıdaki kuvveti olmuş, bazen Yunan medeniyetinin doğudaki görkemi nihayetinde. Nice savaşçılara, liderlere yurt olurken, nice filozoflar yetişmiş bağrında asırlar boyu.
Böyle bir coğrafyanın en uç noktasında, Mindos’ta açıyorum gözlerimi bu kez. Yürüyerek aşılan dar bir boğazla kıyıdan kopan küçük bir ada kenti burası. Şarabının kötü olmasıyla nâm salmış biraz. Muhtemelen şaraba deniz suyu karıştıran kurnaz üreticileri sebep olmuş bu kötü üne. Ama şarabını bir kenara bırakıp şehrin güzelliğine ve manzarasına dönersem, iki denizin birleştiği bu beldeyi kolay unutamaz yolu düşen hiçbir seyyah. Öyle ki, Sümerler ‘deniz kıyısındaki güneş bahçesinde yaşayan insanlar’ diye anlatır buralıları. Oturur şehrin tepesine seyyah, seyreyler doğayı, dinler doğanın fısıldadığı hikayeleri. Neyin efsane neyin gerçek olduğunu ayırt etmeden keyfini sürer masalların.
Bulunduğum ada aslında eski Mindos olarak biliniyor. Karya satrabı Mavzolos, dar boğazın diğer tarafında yeni ve daha büyük bir şehir kurarak Mindos adını orada yaşatmış çünkü. Amasyalı coğrafyacı Strabon bu şehrin yani eski Mindos’un Truva’dan göç eden bir kesim tarafından kurulduğunu anlatır. Halikarnaslı tarihçi Herodot da bunu destekleyen satırlar kaleme almıştı: Truva Savaşı’ndan sonra kavimlerin bir kısmı güneye iner. Kimi Friglere karışır, kimi Lidyalılara, bir kısmı da Karyalılara.
Mindos’u geride bırakarak Karya yollarına düşüyorum. Engebeli, taşlık araziyi aşarak bölgenin muhteşem şehrine ilerliyorum adım adım. Ama oraya varmadan önce terk edilmiş bir şehre, Pedasa’ya yolum düşüyor. Mindos gibi, Truva’dan gelenlerce kurulan şehirlerden biri olarak bilinir burası da. Kuruluşundan asırlar sonra Mavzolos’un sert politikalarından nasibini almış ve şehir yalnızlığa bırakılmış bugün. Pedasa halkı tepenin aşağısında, deniz kıyısındaki Halikarnas’a zorunlu iskana tabi tutulmuş. Mavzolos, yeniden imara giriştiği Halikarnas’ı, antik dünyanın en güzel ve büyük şehirlerinden biri haline getirmek istiyordu ne de olsa ve bunu başarmıştı da.
HALİKARNAS YENİDEN DOĞUYOR
Muhteşem şehir diyerek bahsettiğim kente, Halikarnas’a varıyorum nihayetinde. Şehrin batıdaki surlarında, Mindos Kapısı önünde bir nefeslik durarak şehri selamlıyorum. Büyük İskender’in şehre girmek için bu kapıyı ve surları aylarca kuşatmak zorunda kaldığı düşüyor hatrıma. Ülkesini Hindistan’a kadar genişletmiş olan İskender’i zorlayan nadir noktalardan biri olmuştu Halikarnas surları. Bu şekilde not düşmüştü tarihçiler. Mavzolos dönemine kadar nispeten kendi halinde bir liman şehri iken, Karya tahtına Mavzolos’un geçmesiyle birlikte başkent ilan edilmiş ve hızla imara sokularak görkemli bir hal almıştı bu şehir. Antik dünyanın önde gelen mimarları getirilmiş ve nihayetinde devrin en güzel şehirlerinden birine dönüşmüştü Halikarnas. Eski tarihçiler bu süreçte Pedasa da dahil yakınlardaki altı kasabanın boşaltılıp halkın buraya yerleştirildiğinden bahseder. Tabii Mavzolos’un halkı zorlayan politikaları bununla sınırlı değildi. Ne de olsa Mavzolos burayı rüya gibi bir şehir kılmak istiyordu. Bu yüzden şehri her kalkındırma adımı halkın cebine yansıyordu.
Halikarnas’ın görkemine taç olacak yeni bir inşaya girişir sonunda Mavzolos, kendi anıt-mezarını yapmaya. Diğer tabirle, kendi adıyla anılacak olan ‘mozole’ye. Hem Yunan ve Mısır medeniyetlerinden hem Anadolu’dan esintilerle çağının önemli şaheserlerinden biri yükselir Halikarnas’ın içinden. Öyle ki, dünyanın yedi harikasından biri olarak destanlara adını yazdırır mozole.
Mazvolos’un bu çabaları Halikarnas’ı istediği şekilde çağının önemli parlak kentlerinden biri haline getirmişti nihayetinde. Romalı bilgin Cicero’nun tahminlerine göre nüfusu 70 binlere kadar ulaşan üretken bir şehre dönüşmüştü. Karyalıların denizci ve savaşçı ruhuyla birlikte, Yunanların bilgi ve sanatının birleştiği bir diyar olmuştu. Tarihin ilk kadın amirali, Yunanlara karşı Perslerin safında savaşan Artemisia’nın da, tarihçi Herodot’un da memleketiydi ne de olsa Halikarnas.
DOSTLUK MEYHANESİ
Halikarnas’a veda vakti gelip çattı. Karya’nın zeytinlerle sarmalanmış sarp doğasına bırakıyorum yeniden ruhumu. Biraz ilerledikten sonra yüksekçe bir yerde duraklıyor ve Halikarnas’ı son kez izliyorum. Asırlar önce Ege’nin karşı yakasından gelen Yunanların, yerli halkla ilk karşılaştığı anlar geliyor zihnime manzara karşısında. Efsanelere konu olmuş anlaşmazlıklar sonrası iki tarafın kaynaşmasına, şu kıyıda bir Yunanın açtığı küçük meyhane vesile olmuştu. Meyhanecinin, “böyle öfkeyle yaşayıp kavga edeceğimize, tanrıların bahşettiği bu güzellikleri paylaşalım” diyerek kavgaya gelen Karyalılara içki ikramıydı yumuşatan ülkeyi. Karya, sürekli birilerinin gelip hükmetmek istediği coğrafya ne de olsa. Birlikte yaşamayı öğrenemezsen, asırlar boyu acı ve keder eksik olmaz bu coğrafyada.
MABETLER ŞEHRİ
Karya’nın bu güzel şehrine son bakışın ardından dillere destan başka bir şehre doğru yola koyuluyorum. Ege’nin kutsal meyvesiyle şenlenmiş patikama, sarp ve kayalık doğanın efsanevi manzaraları eşlik ediyor. Ve nihayetinde tepenin ardında Karya’nın kadim merkezini görüyorum, Milas’ı. Şehre yaklaşırken, vaktiyle Milas’ı ziyaret etmiş bir konuşmacının söylevi düşüyor aklıma. Rivayete göre konuşmacı, Milas agorasındaki söylevine “Ey İnsanlar” yerine dil sürçmesi sonucu “Ey Mabetler” diyerek başlar. Konuşmanın yapıldığı yer Milas olunca bu hata görmezden gelinebilir elbette. Şehrin her mahallesini süsleyen mabetlerin fazlalığıyla bilinir çünkü burası. Mabetlere atıfla anlatılagelen bir efsane daha vardır Milas’a dair. Bu kez Dorion isimli bir müzisyenin yolu düşer Milas’a. Gecelemek için bir han odası arar şehirde lakin tüm çabalarına rağmen kalacak bir yer bulamaz ve bir mabedin merdivenine oturur. Mabedin hangi tanrıya ait olduğunu sorar bekçiye ve “Zenoposeidon’un” cevabını alır. Bu cevap üzerine müzisyen, “Bu mabetler şehrinde bile tanrılar çifter çifter oturduktan sonra, insanların açıkta kalmasına şaşmamalı.” der. (Karyalıların deniz tanrısı Zeus Osogos ve Yunanların deniz tanrısı Poseidon bölgede eş tutulmaktaydı ve bazen bu iki tanrının ismi birleştirilip Zenoposeidon olarak anılıyordu bölge halkınca.)
TANRIÇAYLA ÇOBANIN AŞKI
Karya’nın kadim başkentini daha önce anlatma fırsatım olmuştu. Kısa hikayelerle bu güzel şehri geride bırakarak tekrar yollara düşüyor ve Karya’nın kuzey sınırını çizen Latmos dağlarına çeviriyorum rotamı. Latmos ki ebedi aşkın diyarı olarak geçer hep anlatılarda. Vaktiyle Latmos tepelerinde yakışıklılığı dillere destan genç bir çoban yaşarmış efsaneye göre. Kavalı ve keçileriyle birlikte insanlardan uzak sakin bir yaşam sürermiş. Bir gece ay tanrıçası Selene onu uykuda görmüş ve ona aşık olmuş. Dünya durdukça Endymion’un orada öylece uzanmasını dilemiş Selene, ayın kendini gösterdiği her gece genç çobanı ziyaret etmiş uykusunda. Selene’nin bu aşkını duyan diğer tanrılar çok öfkelenmiş. "Bir tanrı bir faniyle nasıl aşk yaşayabilir" diyerek Zeus’a şikayet etmişler. Sinirlenen Zeus genç çobanın canını almaya karar vermiş. Lakin Endymion’un saf yüreğini görünce bu kararından vazgeçmiş ve onu sonsuz bir uykuya yatırmış Latmos’ta.
Yol yaklaştıkça Latmos’un büyülü doğası kendini iyiden iyiye gösteriyor. Bu manzaranın bağrında ilerleyerek nihayetinde Selene’nin aşkıyla sarmalanan Latmos’un eteğindeki Heraklia kasabasına varıyorum. Kayaların milyonlarca yıl süren oluşumuyla bugünkü hâlini alan özgün bir görüntüyle karşı karşıya buluyorum kendimi. İlginç kayalarla bezeli Latmos’un uzun yıllar Hıristiyan keşişlere sığınak olduğunu hatırlıyorum. Hıristiyanlık dininin Batı Anadolu’da yeni yayıldığı süreçte, Romalı yöneticilerin gazabından ve halkın tepkisinden çekinen keşişlerin mabedine dönüşmüştü bu eski kayalar. Geçmişin hatıraları arasında göl kıyısına doğru salınıyorum, kayalarla inşa edilmiş Heraklia’nın sokaklarını adımlayarak. Göl diyerek söz ettim lakin vaktiyle Ege Denizi'nin buralara kadar sokulup Latmos dağlarıyla buluştuğu özgün bir noktada kurulmuştu bu şehir. Fakat, asırlar boyu süregiden değişim sonucu denizin bir kısmının dolmuş ve Latmos’a doğru sokulan körfez, göl halini almış. Eskinin liman kenti Heraklia da bugün kendi halinde bir göl kasabasına dönüşmüş.
Fevkalade doğasıyla sakin bu göl kenarını gözüme kestiriyorum gecelemek için. Doğayı aydınlatan ay tanrıçasına, yıldızlar da eşlik ediyor sanki bu gece. Gökyüzü düğün gecesi gibi. Karanlık kumsalda adımlayıp göğü seyre dalıyorum, bir yandan da Sokratis Malamas’ın şarkısına* kulak vererek; Bir keşiş gibi yalnız yürüyeceğim bu gece / Seni unutturacak içkiyi belki bulurum diye / Ve karanlık köşelerde işaret arayacağım / Şafağın telaşına kadar elimde bir şişe ile.
*Bahsedilen yerlerin bugünkü isimleri: Mindos: Bodrum’un Gümüşlük kasabası / Halikarnas: Bodrum / Pedasa: Bodrum-Konacık’ta antik şehir / Heraklia: Milas’ın Kapıkırı köyü / Latmos coğrafyası: Beşparmak dağları ve Bafa gölü.