Cemal Kaşıkçı cinayeti İstanbul’un fon olarak kullanıldığı bir korku ve casusluk filmi kıvamında şimdiden tarihe mal olmuş bir olaya dönüştü. Olay çok sayıda bilinmeyeni içinde barındırıyor. Hatta, ortaya çıkışından yaklaşık bir ay sonra bile hala bunun cinayet olup olmadığı kesin değil çünkü henüz ceset ortada yok. Konuyla ilgili olarak hemen şu tespiti yapmamız gerekiyor. Bu olay sıradan bir muhalif gazetecinin bürokratik işlemler için gittiği konsoloslukta, onu kaçırmak ya da ortadan kaldırmak isteyen bir baskıcı rejim tarafından öldürülmesi olarak görülemez. Bu kadar önemli bir gelişmenin, kritik dönemeçlerin, isimlerin üst üste gelmesi, olayın yapılış şekli, karışan isimler, seçildiği şehir ve mekan rastlantı olamayacak kadar kurgusal bir görüntü veriyor.
Bu yazıda üç nokta üzerinde duracağım. Birincisi, ABD’ye yakın aktör, lider ve siyasetçilerin ABD tarafından bekleneni veremediğinde, zamanı ve işlevi dolduğunda yine ABD tarafından baskı altına alındığı ya da tasfiye edildiği gerçeğine değineceğim. İkincisi, olayı Amerikan hegemonyasının restorasyon süreci ve bu süreçte ortaya çıkan sorunlarla ilişkilendireceğim ve şu anki koşullarda cinayete dair en mantıklı açıklamanın, daha önemli bir veri gelmediği ve daha iyi bir açıklama sağlanmadığı sürece, bu olduğunu savunacağım. Üçüncü olarak da böyle kirli bir hesaplaşma için neden Türkiye’nin seçildiğini ve bunun Erdoğan yönetimiyle ABD arasındaki ilişkilere etkisi üzerinde duracağım.
KAŞIKÇI NEDEN ÖNEMLİ?
Öncelikle Kaşıkçı sıradan bir gazeteci değil. Geçmişte Suudi istihbarat şefi Turki’ye danışmanlık yapmış, 1970 ve 80’lerin ünlü silah tüccarı Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni, Prenses Diana’nın sevgilisi Dodi el Fayed’in uzaktan kuzeni olan, aslında Suudi kurulu düzeninin içinde yer alan, ABD istihbarat ve siyaset çevreleriyle yakın ilişkisi bulunan, Müslüman Kardeşler'e yakın olduğu söylenen ve Washington Post gazetesinde köşe yazıları yazan biri. Böyle birini ortadan kaldırmak için her tarafının kamerayla gözetlendiği bir konsolosluğun seçilmesi, üstüne üstlük bir de aynı gün Suudi Arabistan’dan kimliklerini gizlemenin imkanı olmayan iki uçak dolusu suikastçı ve otopsi uzmanı getirmenin ve sonra da bu cinayeti, ortadan kaldırmayı gizleyebileceğini düşünmenin akla uygun bir yanı yok. Sonuçta herkes bilir ki, tehdit edildiğini söyleyen bir Washington Post gazetesi yazarı konsolosluktan çıkmazsa bu haber olur ve ABD’de haber olan bir konu uluslararası bir olaya dönüşür. Dolayısıyla, bunun daha geniş kapsamlı bir kırılma, bir baskı aracına dönüştürülmek için gözüne sokarcasına gerçekleştirilmiş bir operasyon olması şu anda akla daha yakın görünüyor.
ABD’NİN ADAMLARI
ABD sistemine bağlı ve bağımlı birçok ülkede, siyasal yelpazenin çeşitli yerlerindeki aktör ve siyasetçiler Amerika’yı karşılarına almaktan çekinirler. Bazıları ABD ile ittifaka zarar vermeyecek tarzda kendi gündemleriyle ABD’nin bölgesel çıkarlarını örtüştürmeye çalışırlar. Bununla birlikte bir kez Amerikancı olmak iktidarda kalmayı garanti edemez. Adnan Menderes’ten Panama’nın Noriega’sına çok sayıda siyasetçi, ABD karşıtı olmasalar da, zamanı geldiğinde, ayak bağı olduklarında farklı şekillerde tasfiye edildiler. Suudi Arabistan siyasetinde de benzeri bir gelişme yakınlarda yaşandı ve her ikisi de ABD’ye yakın olarak bilinen iki veliaht art arda görevden alınarak yerine Muhammed bin Selman (MbS) getirildi. Bunun anlamı, Selman’ın da ABD’ye yakın olmasının konumunu koruması için yeterli bir koşul olmadığı, sorun çıkardığı ya da beklentileri karşılamadığı durumda, yerinin en azından sallantıda olduğudur.
ABD VE MÜTTEFİKLERİ
Bu sitedeki yazıların birçoğunda ABD’nin Obama döneminin sonlarından itibaren bir hegemonik restorasyon sürecine girdiğini ve bunun Trump ile daha belirgin, kendisine özgü ve kaba bir tarzda devam ettiğini vurgulamaya çalıştım. ABD, hegemonyanın zayıflaması karşısında Trump’ın başa geçmesiyle birlikte önce Almanya’dan başlayarak müttefiklerine yüklenmeye başladı. Meksika ve Kanada, Japonya ve G. Kore bu politikadan paylarına düşenleri aldılar. Temel sorun şu: ABD, kendi liderliğinde kurulan küresel düzenin maliyetini müttefiklerine daha fazla yıkmaya çalışıyor. Bu bir bakıma kapitalist merkez içi çekişme olarak da görülebilir. Bu konu başka bir yazıda daha kapsamlı ele alınmayı gerektiriyor ama kısaca belirtmek gerekirse her bir on yıllık dönemde ABD, müttefiklerini enerji, finans ve ticaret üzerinden terbiye etti. Ama hiçbir dönemde müttefikleri üzerindeki baskısı bu kadar yoğun olmadı. Suudiler şu anda kendi paylarına düşeni yaşıyorlar.
SUUDİLERİN PAYINA DÜŞEN
Selman 2016’da veliaht yapıldığında reformist kimliğiyle öne çıkarıldı. Kadınların araba kullanmasına izin vermek, din polisinin yetkilerini kısıtlamak, hatta opera binası açmak gibi Batı kamuoyunda olumlu etki yaratan imaj çalışması yapıldı. Bu söylemler ülkedeki özellikle genç kesimlerin de desteğini sağladı. Aslında ABD sisteminin reformdan anladığı öncelikle bir kamu kuruluşu olan ve dünyanın en değerli şirketi sayılan Aramco hisselerinin ilk başta yüzde beşinin New York borsasında işlem görmesiydi ki yeni prens de bu konuda açıklama yaparak kendisini bağlamış ve umut yaratmıştı. Fakat ilerleyen süreçte iki sorun çıktı. İlki şirketin değeri birçok uzmanın abartılı bulduğu iki trilyon dolar olarak ilan edildi. İkincisi ve daha önemlisi ise borsaya açılma sürekli ertelendi ve ne zaman gerçekleştirileceği belirsiz bırakıldı. Ayrıca, muhtemelen pazarlık payını yükseltmek için Londra ve Hong Kong borsalarının da tercih edilebileceği fikri dillendirildi.
Selman ile ilgili bir diğer sorun petrol fiyatlarıyla ilgili olarak gündeme geldi. Trump uzun süredir hem bir kartel olarak OPEC’i hem de Suudi Arabistan’ı üretimi artırma, dolayısıyla petrol fiyatlarını indirme konusunda uyarıyordu. Kendi üslubunca geçtiğimiz Temmuz başından itibaren petrol üreticisi Arap ülkelerine yönelik olarak bu baskıyı artırdı ve bilindik pazarlığı gündeme getirmeye başladı. “Biz sizi koruyoruz karşılığında petrolü bizim istediğimiz fiyattan verin”. Aslında Trump Suudi Arabistan ve sonrasında diğer Körfez ülkeleriyle 1945’te Mısır’da gerçekleştirilen Roosevelt İbn Suud görüşmesinde belirlenen pazarlığı hatırlatıyordu. Petrol karşılığı güvenlik. 20 Eylül’deki tweet daha sertti. “Biz olmasak Ortadoğu ülkeleri kendilerini koruyamaz.” O yüzden petrol fiyatlarını düşürün diyordu.
Petrol fiyatının düşmesi hem İran’ı ekonomik olarak daha da zorlayacak, hem de üretim artırılmazsa, yaptırımların devreye girmesiyle birlikte fiyatlar, İran petrolünü satmakta zorlanacağı için daha da yukarı çıkacaktı. Ayrıca, Kongre seçimleri yaklaşıyordu ve Cumhuriyetçiler ABD’de benzin fiyatlarının düşmesini istiyorlardı. Buna rağmen beklenen düşüş gerçekleşmediği gibi Suudi Arabistan’ın Rusya ile üstü örtülü bir uzlaşı içinde petrol fiyatlarını yüksek tuttuğu yolunda söylentiler vardı.
BİR HAYAL KIRIKLIĞI OLARAK MSB
Bu ortamda Selman’a dair ABD çevrelerinde olumsuz yorumlar artmaya başladı. Oysa, Selman diğer prensleri otele kapatıp varlıklarına el koymuş, muhtemelen oradan elde ettiği gelirle ABD’ye taahhüt ettiği yüksek silahlanma harcamalarını garanti etmişti. Ayrıca, Trump’ın damadı, o ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin prensi Muhammed bin Zaid ile bir üçlü oluşturmuşlar ve İran karşıtı cepheyi güçlendirmişlerdi. Ama çizgi dışına çıkmaya çalışması, Aramco ve petrol fiyatları dışında, Rusya’dan S-400 füzesi almaya çalışması gibi gelişmeler rahatsızlık yarattı ve bunun izleri görülmeye başlandı. Neocon’ların önde gelen isimlerinden Elliot Abrams, Selman’ın çok sayıda görevi üstlendiğini ve bu kadar merkezileşmiş bir yönetimin doğru olmadığını yazarken, ABD içinde çok güçlü olan Council on Foreign Relations’in yöneticisi Richard Haass Suudi Arabistan ile Selman arasında bir ayrım yapmanın gerektiğini söyleyerek, prensin geçiciliğini vurguluyordu. Daha da önemlisi muhafazakar kesimin son dönemde öne çıkan düşünce kuruluşlarından Demokrasilerin Savunulması Kuruluşu'nun önde gelen isimlerinden John Hannah’ın Foreign Policy dergisindeki makalesi çok dikkat çekiciydi. Hannah Suudi Arabistan’daki reform sürecinin iyi başladığını ama son aylarda kaygı veren çok sayıda gelişme olduğunu belirtip Aramco’nun hisselerinin açılmasının ertelenmesini sert bir şekilde eleştiriyordu. Yine aynı dergide bu kez Ekim sonunda çıkan bir yazıda Selman’ın aldığı isabetsiz kararlarla ülkesini nasıl bir yatırım çöplüğüne dönüştürdüğü yazıyordu.
Selman’dan duyulan rahatsızlığı yansıtan bütün bu işaretler arasında şüphesiz en önemlisi Trump’ın, Kaşıkçı’nın konsolosluğa girdiği gün yaptığı açıklamada “Biz seni korumasak iki hafta iktidarda kalamazsın” demesiydi ki bunun tesadüf olması düşük bir ihtimal.
TRUMP VE ERDOĞAN İKİLİSİ SELMAN’A KARŞI
Bazı İngiliz gazeteleri bu olaydan Erdoğan’ın kazançlı çıktığını ve Selman’ı sıkıştırdığını yazdılar. Evet, Erdoğan, Katar’a ve Müslüman Kardeşler'e verdiği destek yüzünden arasının iyi olmadığı Selman karşısında güçlendi. Ama Türkiye’nin konumu ve bulunması gereken siyasal çizgisi açısından son derece sorunlu bir kazanç bu. Daha en başından Türkiye’nin Suudi Arabistan’la Ortadoğu’da rekabet içinde bir ülke olarak görülmesi sorunlu. Bu türden liderlik arayışlarının örneğin Suriye krizinde yarattığı sonuçlar ortadayken.
Daha kritik nokta ise Erdoğan’ın siyasal bir manevrayla Trump’ın yanında yer alarak, Brunson’un da iadesinden sonra, ABD ile ilişkileri bu olay üzerinden yeniden kurabilmiş olması. Zaten Trump da Kaşıkçı olayıyla ilgili olarak verdiği mülakatta Erdoğan ile ilişkilerinin düzeldiğini ve iyi olduğunu açıkça belirtiyor. Bu bağlamda iki ihtimal ortaya çıkıyor. Birincisi, içeriğini tam bilmese de Türkiye’nin böyle bir gelişmeden haberi olması ihtimali. Erdoğan’ın kendinden emin bir şekilde doğrudan Selman’ı ama zamana yayarak sıkıştırması, Suudi tarafı olayı reddettikçe yeni verileri medyaya vermesi gibi bir süreç yaşandı. Dikkat edilirse hem Trump hem de Erdoğan yönetimi Selman’ı sorumlu tutma dozunu yavaşça artırdılar, cinayeti itiraf ettirme konusunda köşeye sıkıştırdılar. Washington Post gazetesi 21 Ekim’de CIA’nın, Suudi istihbaratını dinlerken Kaşıkçı’nın kaçırılmasına dair konuşmaları tespit ettiğini ama bunu kendisine bildirmediğini yazdı. Zaten Türkiye de elinde ses kayıtları olabileceğini resmen açıklamasa da medya aracılığıyla dolaylı olarak duyurdu.
Dolayısıyla, her durumda bu cinayet için İstanbul konsolosluğunun seçilmesi, Erdoğan yönetiminin bir yandan kendi iktidarını rahatlatacak bir şekilde Trump ile ilişkileri sağlamlaştırmasına yararken, Türkiye’nin Suudi hanedanı içindeki ABD merkezli hesaplaşmanın odağı olmasını kabul ettiğini gösterdi.
Sonuçta Selman giderek bu olaydan sorumlu tutulmaya başlandı. Trump Wall Street Journal gazetesindeki mülakatında, Kral’ın bu işte rolünün olmadığını ama prens Selman’ın emri olmadan böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söyleyiverdi. Dolayısıyla, Selman'ın etrafındaki halka daha da daraldı. Muhtemelen eğer ABD ya da Türkiye istihbaratının elinde ses kaydı varsa (ki bazı iddialara göre Suudi istihbarat şefi Skype üzerinden sorguya bağlanmış ve bu data trafiği kaydedilmiş) Selman üzerindeki baskı daha da artacak. Bundan sonrasında, yaşlı ve demans işaretleri veren babasının yerine geçmeye çalışan Selman şimdiki yerini de kaybedebilir. Eğer yerini korursa da, kayıtların varlığında son derece zayıf bir şekilde, ABD (ve bundan pay almaya çalışan Türkiye’nin) talepleri karşısında daha kırılgan olacaktır.