Kasılmalar: 28 Şubat ve 6 Mayıs

İstanbul seçiminin iptali, pek çok yorumcunun söylediği gibi, doğal sınırlarına dayanmış bir siyasetin çözülüşünü çabuklaştırabilecek, tarihin tekerini daha hızlı döndürebilecek bir büyük kumara benziyor. Ama işte, bazı ‘kumarbazlar’, kaybettiklerini geri alabilmek umuduyla, genellikle de sonuçta daha çok kaybedecek şekilde, daha riskli oynarlar.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

1995 yılının aralık ayıydı. Ekim ayında yapılan ve Refah Partisi’nin –güvenoyu çoğunluğu sağlayamasa da– birinci çıktığı genel seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmiş, ama hâlâ bir koalisyon hükümeti kurulamamıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma yetkisini sırasıyla önce RP Başkanı Erbakan’a, sonra ikinci gelen DYP’nin başkanı Tansu Çiller’e ve ardından da seçimi üçüncü sırada bitiren ANAP’in başkanı Mesut Yılmaz’a vermişti. 1994’ten beri süren derin ekonomik kriz bir ‘reform hükümeti’ ihtiyacını acilleştiriyor; ama ‘sıra dışı’ siyasal tablo bir koalisyon uzlaşmasını engelliyordu. Başta ordu ve bürokrasi olmak üzere dönemin etkili güç merkezleri İslamcı RP’yi iktidarda Erbakan’ı ise başbakanlık koltuğunda istemiyordu. Buna alternatif olabilecek tek seçenek olan DYP-ANAP koalisyonu ise iki partinin liderleri arasındaki yüksek gerilim ve ‘merkez sağın liderliği’ tartışmaları nedeniyle gerçekleşemiyordu. Çok yakın bir süre sonra, o zamanki anlamıyla bir ‘merkez sağ’ kalmayacağından habersiz bu iki lider, diğerinin altında başbakan yardımcısı olarak görev almak istemiyordu.

Hülasa, aralık ayında görev Mesut Yılmaz’a geldiğinde, Ankara kulislerinde, ANAP ile RP’nin bir mesafe kat ettikleri ve koalisyon kurulabileceği fısıltıları duyulmaya başladı. İşte tam o günlerde, MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, dönemin TBMM Başkanı (ANAP’lı) Mustafa Kalemli’yi makamında ziyaret ederek, kendisine zehir gibi bir mesaj iletti: “Önemli bir yerden geliyorum, nereden geldiğimi sorma. Refah'la koalisyon kurarsanız hiç hoş olmayan şeyler olacak.”

Daha iki ay önce yapılan seçimlerde barajı geçemeyerek meclis dışında kalan MHP’nin lideri, 90’lar Türkiye’sindeki ‘demokrasi’nin bir cilvesi olarak koalisyon dizayn ediyordu; neresi olduğunu söyleyemeyeceği ama ‘çok önemli’ dediği bir yerden gelen talimatla…

Türkeş’in mesaj getirdiği yer RP karşıtlığıyla bilinen Genelkurmay değildi. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı da kısa süre önce Mustafa Kalemli’yi telefonla aramış ve özetle şunları söylemişti: “Önemli olaylar cereyan ediyor, lütfen görevinizi yapın. Çok dikkatli olmaları konusunda liderleri uyarın. Orduya yasayla verilmiş Cumhuriyet'i koruma kollama görevi var, her an görevimizi yaparız.”

‘Devlet’, tüm ‘kanat’larıyla RP’li bir koalisyonun oluşmaması için bastırıyordu. Zaten nihayetinde zorlama bir DYP-ANAP hükümeti kuruldu, ama birkaç ay sonra iki partinin liderinin birbirini yolsuzlukla suçlayarak Yüce Divan’a göndermeye çalıştıkları bir kavgayla sona erdi bu koalisyon. Ve 1996 yazında mecburi bir Refahlı koalisyon kuruldu. DYP lideri Tansu Çiller, çok değil bir buçuk yıl önce, Bosna için toplanan trilyonlarca liralık yardımı yolsuzlukla buharlaştırdığı gerekçesiyle itham ettiği Erbakan’la koalisyon ortağı olmuştu. ‘Laik’ bürokrasinin, başta İstanbul burjuvazisi olmak üzere büyük sermayeyle 90’lı yılların ortasına kadar taşıdığı kapitalist devlet, yeterince içsel bulmadığı İslamcı siyasal kadrolara karşı direncini neredeyse seçimleri tanımama noktasına kadar taşımış, ama bir noktadan sonra geçici ve zorunlu bir ‘esneme’ göstermişti.

Tabii çok sürmedi. 96 yazında kurulan Refahyol hükümeti 28 Şubat 1997 müdahalesi ile sarsıldı ve kurulduktan bir yıl sonra çöktü. Bürokrasi ve burjuvazi, ihtiyaç olunan reformları, güvenilmez İslamcılar yerine “balans ayarı” yapılarak yeniden dizayn edilmiş bir siyasal tablodan çıkacak aktörlerle yapmayı tercih etmişlerdi. Kısa süren, etkili, sonuç alıcı ama son derece riskli bir hamleydi bu. Ve o risk kısa süre sonra akut bir yaraya dönüştü. Zaten tam olarak tutunacak fırsat bulamadıkları iktidardan uzaklaştırılan İslamcı siyasal kadrolar kendi aralarında bölünerek, güncel koşullara uygun yeni ve daha dayanıklı bir alternatif ürettiler. 12 Eylül’ün otoriter rejiminin mıntıka temizliğinde devlet kadrolarına yerleşmiş doğal müttefikleri olan muhafazakar ve milliyetçi bürokratlarla büyük sermayenin desteğini alarak, 2002’den itibaren iktidara yerleştiler. İlk iş olarak da kendi radikal öncülerinin tasfiyesinde başrolü oynayan laik generaller ile bürokratları cezalandırdılar.

Bu, sık sık çeşitli ‘düzeltme hareketleri’ ile restore edilse de esasen kökü cumhuriyete kadar uzanan, 70’lerde kapitalist dönüşümünü tamamlayan, 80’lerde küresel sermayeyle tam entegrasyonu başlatan laik-milliyetçi devletin, doğal ömrünün sonunda giriştiği nafile mukavemetin sonu gibiydi. Sonra, “367 kararı”, “27 Nisan e-muhtırası”, “AKP’yi kapatma davası” gibi ölüm kasılmaları, neo-İslamcı kadrolar öncülüğündeki yeni inşayı, durdurmak bir yana, kolaylaştırdı. Ölü bir bedenin ‘sert’ olması onun yaşadığı anlamına gelmiyordu.

***

Bugün geldiğimiz noktada, 20 küsur yıl öncekine benzer bir tepkiyi, o aradaki sürede inşa edilen ‘yeni devlet’ gösteriyor. Muhafazakâr milliyetçilerin ‘yeni müesses nizam’ının da kaybettiği seçimi tanımama noktasına varan mukavemeti, kendisine gösterilenden çok farklı değil. O dönemin figürleriyle bugünküleri birebir eşleştirmek son noktada çok doğru değil belki, ama özellikle 90’ların aktörlerini yakından tanımayan genç okurlar için şöyle bir eğretileme yapılabilir:

O gün ‘çok önemli bir yerden mesaj getirdim’ diyen Türkeş’in yerinde, yine o ‘çok önemli yerlerden’ mesaj ve söylem taşıyan Bahçeli vardır bugün… O gün ‘cumhuriyeti koruma vazifesi’nden dem vurarak siyaseti dizayn etmeye çalışan generallerin yerinde, komuta düzeyinde orduyu da içerecek şekilde devlet aygıtının başlıca unsurlarını uhdesinde toplayan Saray vardır… O dönemin kitle seferberliği ve ortalama algının inşasıyla sorumlu ‘andıç medyası’nın yerini bugünün ‘Pelikancı medyası’ tutmaktadır.

Dinci milliyetçi devletin, esasen 2013 yazında Gezi protestolarının zorla bastırılmasıyla hız kazanan; değişen ittifaklar, söylemler ve aktörlerle sürdürülen; başarısız 15 Temmuz darbe girişiminin bir Tanrı lütfu olarak işlev kazanmasıyla önü iyice açılan inşası, kemale eremeden, büyük bir ekonomik krizin peşi sıra sürüklendiği siyasal ve toplumsal kriz karşısında kendisini tehdit altında hissediyor. ‘Eski devlet’, neo-İslamcı iktidarla sonuçlanan mukavemetini sürdürdüğü ‘ara dönem’ boyunca, başta İstanbul sermayesi olmak üzere başlıca egemen fraksiyonların geçici desteğini sağlamıştı. Halen bir ‘kaba inşaat’ görünümündeki muhafazakâr milliyetçilerin ‘devleti’ de, tarih nezdinde bir referandum değil ‘müdahale’ olarak anılacak olan 16 Nisan 2017’den beri, başlıca sermaye fraksiyonları tarafından –kerhen de olsa– desteklendi. Ama bugün, o desteği de kaybetmekte olduğu görülüyor. Erdoğan’ın salı günü grup toplantısında, YSK’nın iptal kararını eleştiren TÜSİAD’ı, “Haddinizi bilin size bakışımız değişir” diye tehdit etmesinin eski hükmünde olup olmadığı, bir gün sonra Koç Holding’e bağlı Tofaş’ın CEO’su Cengiz Eroldu’nun, Venedik Bienali’ndeki konuşmasını “Her şey daha güzel olacak” diyerek bitirmesiyle test edildi.

Sermayenin ‘yenilik’ ve ‘reform’ beklentisinin yanı sıra toplumun geniş kesimlerinde de eskisi kadar etkin bir hükmün olmadığına dair işaretler çoğalıyor. Bizzat muhafazakâr kesimlerden yükselen itirazlar, AKP içi eski aktörlerin giderek daha yüksek sesle sürdürülen yeni mecra arayışları, Ekrem İmamoğlu’nun artan etkisi ve hepsinden önemlisi, derinleşen ekonomik kriz karşısında çalışan sınıfların büyüyen hoşnutsuzluğu… Bu haliyle yeniden seçim, pek çok yorumcunun söylediği gibi, doğal sınırlarına dayanmış bir siyasetin çözülüşünü çabuklaştırabilecek, tarihin tekerini daha hızlı döndürebilecek bir büyük kumara benziyor. Ama işte, bazı ‘kumarbazlar’, kaybettiklerini geri alabilmek umuduyla, genellikle de sonuçta daha çok kaybedecek şekilde, daha riskli oynarlar. Belki bir başka yol da, yeni bir el oynanmasına izin vermeden masayı devirip, kaybettiklerini cebren almaktır. Ama işte, eğer bir beden ölmüşse, sert olması onun yaşadığı/dirileceği anlamına gelmez. Ve masayı devirip her şeyi cebren geri almak için de ‘tüm salonu’ caydıracak kadar, ‘canlı’ bir güce sahip olmak gerekir.

Tüm yazılarını göster