Kasım Akbaş, Pinhan Yayınları'nın Hukuk dizisini anlattı: Sınırlı kaynaklarla hat belirlemeye ve inşa etmeye çalışıyoruz
KHK ile ihraç edilen hukukçu Kasım Akbaş'la Pinhan Yayıncılık ile kesişen yolunu, Pinhan Yayıncılık'ı ve hukuk felsefesi kitap dizisini konuştuk. Akbaş, "Yayıncılık dışarıdan bakıldığında bir buz pateni zarafetine sahipse de, üzerinde kayılan buzun son derece kırılgan olduğunun da görülmesi gerekiyor" dedi.
DUVAR - Uzun süre akademide, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi disiplininde çalıştıktan sonra Barış Bildirisi imzacısı olması nedeniyle KHK ile ihraç edilmiş bir hukukçu olan Kasım Akbaş, yaklaşık dört yıldır, gerek sivil toplum alanında gerekse yayın dünyasında çeşitli düzeylerde çalışmalar yürüterek hukuk kuramı diyebileceğimiz alana katkı sunmaya devam etmek için çabalıyor.
Bu süreçte yolu Pinhan Yayıncılık ile kesişen Akbaş, arkasında elli yılı aşkın bir basım ve yaklaşık on yıla yakın da yayıncılık tecrübesi olan yayınevine dâhil olur ve hukuk kuramı kitapları dizisinin editörü olarak göreve başlar.
Pinhan, aslında büyük oranda çeviri eserler yayımlayan bir yayınevi. Hatta daha özel belirtmemiz gerekirse, daha evvel Türkçeye kazandırılmamış klasik eserleri bulup çıkarıp okurla buluşturmayı misyon edinmiş bir yayınevi. Dolayısıyla yazar/yazar adayı “arayışımız”, sizin soruda kastettiğinizden farklı işliyor. Aslında bizim için daha kritik olan çevirmen/çevirmen adayı arayışı belki de…
Bu çerçevede bir yayıncılık faaliyeti sürdürdüğümüz için, yayın programı oluşturma konusunda hem şanslı hem şanssız olduğumuzu söyleyebilirim:
Şanssızız, zira maalesef pek çok temel metnin Türkçeye çevrilmemiş olduğunu üzülerek görüyoruz. Dolayısıyla aslında nereye elimizi atsak, elimizde kalıyor. Bu aynı zamanda, çoğu kuramcıyı ilk elden okumamış okur için “zor” olabilecek bir okuma serüveni vaat ediyor. Şunu söylemeye çalışıyorum; okur, şimdiye kadar temel metinlerde okuma tecrübesi kazanmamış olabiliyor. Çoğu önemli düşünür, Türkçede kendi eserleriyle değil, o eseri anadilinde okuyup, kendi yorumuyla birlikte ve bir miktar da -mecburen- vülgarize ederek aktaran aracılar sayesinde tanınıyor. Bir düşünürü, Batı geleneğinde text book diye bilinen ders kitabı diyebileceğimiz formatta, ana hatlarıyla okumak başka bir tecrübe, doğrudan kendi ağzından okumak başka bir tecrübe. Düşünürün, yazarın kendisini okumak, ders kitabı formatından farklı olarak size, onunla diyaloga girme imkânı veriyor. Bir düşünürle diyaloga girmek için de elbette bir miktar antrenmanlı olmanız gerekiyor, aksi halde daha kitabı yarılamadan nefesiniz kesilebilir. Bu anlamda, bizim gibi yayınevleri, şimdiye kadar el değmemiş kitapların alanına girerken, okurunu da peşi sıra taşıyabileceği bir tempo yakalamak zorunda. Burada “tempo” derken, yalnızca yayın hızını kastetmiyorum; aynı zamanda belirlenecek “klasik” eserin hangileri olacağı konusunda bir öncelik-sonralık tartışması yapma; bir konuda bir temel eser çevrildiğinde, o konudaki diğer eserleri de mutlaka gözden geçirme; ve aynı zamanda yayın tercihlerini klasik metinlerin yanında onlara eşlik edebilecek fakat zaten Türkçede mevcut olanı da tekrar etmeyecek bir şekilde yapma zorunluğunu kastediyorum.
Öte yandan editörler ve yayıncılar olarak bizleri her an heyecanlandıran, zevk veren bir yayıncılık macerası içerisinde olduğumuz için de şanslıyız. O kadar çok eser var ki çevrilecek… İşin bu kısmı bizim için hiç yorucu değil örneğin. Yalnızca bir planlama ve karar meselesi… Üstelik bundan yıllar sonra bile köşe başı olacak eserler yayınladığımızı bildiğimiz için bunun getirdiği muazzam bir manevi tatmin duygusu da var. Muhtemelen siz gazetecilerde de vardır, yazı çizi işlerinde hem ilk olmanın hem de uzun süre hatırlanacak işler yapmanın verdiği lezzeti verecek ne var ki… Şöyle bir örnek vereyim, sosyal bilimlerin herhangi bir alanında lisans düzeyinde öğrenim görüp de Malthus’u, 'Nüfus İlkesi'ni duymamış kimse yoktur sanırım. Ve biliyoruz ki, bu daha da böyle devam edecek. Fakat Türkçede Malthus’un 'Nüfus İlkesi' çalışması bulunmuyordu, biliyor musunuz? Şimdi bu eseri Türkçeye kazandırmak ve onlarca yıl okunacağını, yapılacak çalışmalarda atıf alacağını bilmek… Şans değildir de, nedir?
Bunun yanında, sorunuzla bir miktar daha ilgili olabilecek şekilde, az sayıda da olsa çeviri olmayan “telif” eser basıyoruz. Bunlar genelde, mevcut yayın politikamıza, tarzımıza ve stratejimize uygun olan çalışmalar ki, ya yazar bizi doğrudan tanıyor ya biz yazarı doğrudan tanıyoruz veya ne bileyim, zaten bir başka temel eser çevirisi, editörlüğü kapsamında o yazarla bir temasımız olmuş oluyor. Yani bir e-posta ulaştı, onu okuyup değerlendirip yayınlamaya karar verdik gibi bir durum genelde olmuyor. Hatta hiç olmuyor. Bu şekilde ulaşan metinler olmuyor değil ama bu şekilde yayınladığımız çalışma olmuyor.
Yayınevinize başvuruda bulunan bir yazarında metninde, değerlendirme yaparken önceliğiniz ne oluyor? Dil, biçim, konu… Yaklaşımınızı nasıl açıklıyorsunuz?
Aslında az önce ifade ettiğim üzere, böyle bir değerlendirme sürecine girmemizi gerektirecek bir yayın anlayışına sahip değiliz. Telif eser yayınımız iki elin parmaklarını geçmez sanırım. Bunlar da az önce belirttiğim üzere, bir şekilde bağlantılı olduğumuz kişiler.
Fakat madem burada böyle bir fırsat var, bir iki şey daha söyleyip, şimdiye kadar geri çevirdiğimiz için kırdıklarımız olduysa onlardan da özür dilemiş olalım. Eğer bize başvuruda bulunuldu ve biz bunu reddettiysek, bunun nedeni çalışmanın iyiliği/kötülüğü, niteliği/niteliksizliği değil, yayınevinin yayın stratejisine uygun olmamasıdır. Çok sevdiğimiz arkadaşlarımızın, son derece nitelikli olduğunu bildiğimiz çalışmalarını dahi yayınlayamıyoruz örneğin; zira yayınevinin stratejisine uygun olmayabiliyor. Sonuçta, sınırlı kaynaklarla bir hat belirlemeye ve inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bu kısıtlılık, bir miktar septik olmanızı, her gördüğünüzle gönenmemenizi gerektiriyor.
Yayın politikanızın örneğini oluşturan kitaplar sosyal bilim çalışmalarından oluşuyor. Türkiye gibi bir ülkede genelde kişisel gelişim ya da edebiyat ağırlıklı bir tüketim alışkanlığı varken, bu yönde bir içerik üretimi yapmak sizi zorlamıyor mu? Nasıl başa çıkıyorsunuz?
Az önce bu durumu bir şans ve şanssızlık hali olarak birlikte ifade etmiştim. Her yayınevinin kendi okuru, kendi stratejisi var. Benim de düzenli okuru olduğum yayınevleri var. Bununla birlikte her yayınevinden beklentilerim de farklı… Edebiyat editörlerinin tercihlerine, çevirmenlerine güvendiğim yayınevlerinin edebiyat alanındaki yayınlarını takip ediyorum. Siyaset bilimi, sosyoloji, tarih gibi alanlarda uzmanlıklarına, burunlarının koku alma duyusuna güvendiğim yayıncılar var.
Pinhan işe klasik felsefe, psikoloji, sosyal psikoloji, etnoloji, antropoloji alanındaki teorik çalışmalarla başlamış. Yayınevine çevirmen olarak gelip, şimdi editörlüğünü ve aslında bilumum işini yürüten sevgili Adem’in ve yayınevinin yalnızca sahiplerinden biri değil, aynı zamanda şoförü, kuryesi, sekreteri olan Mahmut Bey’in inat ve sabır gerektiren çabalarıyla bu hat üzerinde çok değerli çalışmalar Türkçeye kazandırılmış.
Benim sürece dahlim ve katkım, sosyoloji ve özellikle de hukuk sosyolojisi ve ardından hukuk kuramı üzerinden oldu. Şu hakkı da teslim edelim, birlikte çalışacağı kişiden ne isteyeceğini bu netlikte görmenin kendisi de aslında büyük bir başarı. Bu anlamda, yayıncılık tam bir takım oyunu. Bizimki gibi sınırları belli, amatör duygularla top koşturuyorsanız, oyuncularınızın birden fazla meziyeti olması, farklı mevkilerde ikame edilebilecek olmaları elbette tercih sebebi ama sağ bekte oynaması gereken oyuncuyu sol açıkta oynatamayacağınızı da bilmeniz gerekiyor.
Bizim takımımızda zaten kişisel gelişim alanında alıp yürüyecek bir oyuncu bulunmuyor. Formasyonlarımız belli, yayınevinin stratejisi de bu minvalde gelişiyor. Elbette zaman zaman evriliyor, benim örneğimde olduğu gibi bir açılım yapmak gerekebiliyor ama orada da bambaşka bir alana sıçramıyorsunuz zaten, hemen komşu sahaya geçiyorsunuz. Örneğin bir, bir buçuk yıldır edebiyat teorisi, dilbilim alanında bir şey yapabilir miyiz diye konuşuyoruz. Elbette hepimiz çok istiyoruz ama Pinhan, bir alanda bir kitap yayınlayıp peşini bırakan bir yayınevi değil. O yüzden de gireceği risk, bir kitaplık risk değil. Şöyle düşünün, hukuk kuramı kitaplığımız için dört yıl önce bir hat belirledik ve bugün yeni yeni, burada bir şey oluyor diye fark edilmeye başlandı. Bu alanda kitap okuyan, kitap arayışında olan okurun yüzü bir anda size dönmüyor. Kaldı ki, bu düzeyde bir hukuk kuramı yayıncılığı bir anlamda “niş” bir alan aslında. Edebiyat teorisi ve/veya dilbilim alanında bir açılım yapmanız için belki beş altı yıllık, hele araya böyle pandemi gibi, ne bileyim kitap dağıtımcılarının el değiştirmesi gibi sıra dışı koşullar da girdiğinde belki on yıllık bir hayale sahip olmanız gerekiyor.
Sorunun gündeme gönderme yapma niyetini anlamakla birlikte, kitap yayıncılığının bu kadar pratik hedeflerle yola çıkamayacağını hatırlatmakla başlamam gerekiyor. Az önce belirttiğim gibi, bizim yayıncılık formatımızda, belli bir disiplinde yayınlar çıkarmak, belki on yıllık bir ufuk gerektiriyor. O yüzden, işe girişirken 2020 yılında “Türk tipi başkanlık” sisteminin sorunlarına özgülenen bir hukuk yayıncılığı hedefiyle başlamıyorsunuz elbette. Örneğin elinizde yayıncılık yapma fırsatı olsa ve sizden, henüz bugünden 2030 yılının hukuk gündemine ilişkin yayınlar çıkarmanız istense, ne yapardınız?
Temel metinlerle yayıncılık yapmanın bir avantajını burada görüyoruz işte. Zira biliyoruz ki, onar yıllık dönemlerde, çeşitli tartışma başlıkları özel bir gündem olarak kristalize olabilir. Ama öte yandan, insanlığın hukuk, hak, adalet konularında neredeyse üç bin yıllık bir tartışma gündemi var. Benzer bir şeyi demokrasi için de özgürlük için de söyleyebiliriz sanırım. Meseleleri böyle kavramaya başladığınızda, örneğin güncel başkanlık sistemi tartışmasıyla kristalleşmiş olsa da, demokrasi meselesinin Antik Yunan’dan, örneğin Aristoteles’ten bu yana geldiğini biliyor ve yüzünüzü oraya dönüyorsunuz. Yine böyle düşünmeye başladığınızda, on dokuzuncu yüzyıl, on sekizinci yüzyıl hemen şurası, bir kol uzunluğu mesafede oluveriyor. O zaman on sekizinci on dokuzuncu yüzyılı karıştırmaya başlıyorsunuz. İşte orada Malthus’u görüyorsunuz, Adam Smith’i görüyorsunuz, Hume’u görüyorsunuz, ne bileyim, John Stuart Mill’in 'Demokratik Yönetim Üzerine Düşünceler'ini görüyorsunuz.
Siyaset bilimi alanında gördüğümüz bu durum hukuk alanında da geçerli elbette. Hukuk kuramı diye bir disiplin var ve bu disiplinin meselelerine ilişkin tartışmayı güncelde aramak yerine örneğin on sekizinci, on dokuzuncu yüzyılda 'Çağımızın Yasama ve Hukuk Bilimi Konusundaki Görevi Üzerine'yi yazan Carl von Savigny’de görebiliyorsunuz. On dokuzuncu yüzyıl sonunda yazan Leon Duguit’nin 'Hak Kavramı ve Devletin Dönüşümü Üzerine' verdiği konferanslarda görebiliyorsunuz. Hatta on yedinci yüzyılda doğmuş Burlamaqui’nin 'Doğal Hukukun İlkeleri' çalışmasını görebiliyorsunuz. Üstelik bu meseleler Türkçeye hiç aktarılmamış, tüketilmemiş, üzerlerine tefekkür edilmemiş. O yüzden, şimdi günümüzün hukuksuzlukları (anti-Hukuk mu diyordu Ali Topuz?) karşısında tam yerine rast gelmiş gibi görünüyor. E rast gelir tabi, insanlığın problemleri “orada, bir yerlerde” değil ki, “tam da burada”. Ve o problemlerle bir vakitler hakikaten yüzleşen, çözüm için kafa yoran her eser, bugün ve daima okunacak güncel bir eserdir.
Bu özel olarak üstüne kafa yorduğum bir mesele değil, daha ziyade tecrübe ettiğim bir pratik… O da şu, sosyal medya bir karşılaşma yeri. Yeni kamusal alan diyorlar, az da olsa haklılık payı var. Zira kamusal alan aleni bir “karşılaşma”, “ilişki kurma” ve aslında bu karşılaşma üzerine refleksiyon geliştirme mekânı. Kamusal alan özel veya genel meseleler hakkında irademizin oluştuğu ve bizzat kendimizin başkalarının iradelerinin oluşumuna katkıda bulunduğumuz bir saha. Sosyal medya -bence hayli sınırlı olsa da- bu anlamda bir işlev de taşıyor. Hayli sınırlı diyorum, zira kamusal alanı aynı zamanda içinde “kolektif eyleyeceğimiz” bir alan olarak anlıyorum. Sosyal medya ise ortak eyleme alanımız değil, yalnızca -yine tabiri caizse- sınırlı fakat görmezden gelinemeyecek bir temas imkânı yaratıyor gibi görünüyor.
Bu temas imkânı, işi masa başında oturmak olan, aslında hayli asosyal bir hayat süren bizim gibi insanlar için belli bir sosyalleşme alanı yaratıyor. Daha fazla insanın ne yapıp ne ettiğinden haberdar olabiliyor, kendimiz de kendi yapıp ettiklerimizden başkalarını haberdar kılabiliyoruz. Okurlar, çevirmenler, editörler, yayınevi sahipleri… Hep birlikte bir kitabı konu edinebiliyoruz. Ne var ki, bu durum tam da “âlemin” kendisi gibi, “sanal” olabiliyor. Kitabı duyuruyoruz ama sosyal medya bu kitaba dair üzerinde uzun uzadıya konuşulacak bir mecra değil. Olması gerekiyor anlamında söylemiyorum, bir gerçeklik olarak söylüyorum. Son tahlilde, kitapla kuracağınız ilişki ister yazar ister okur, ister çevirmen ister editör olun, kendinizle olmanızı gerektiren bir süreç. Sosyal medya aynı zamanda, kendinizle olmanızı engelleyen bir “ortam”. Bu söyleşiyi okuyup, “hadi canım sen de” diyen okurlarınız, söyleşi boyunca Twitter veya Facebook iletilerini kaç kez kontrol ettiklerini bir kez daha gözden geçirebilirler.
Şu günlerde üretiminiz ne durumda? Covid-19’la birlikte mevcut ekonomik kriz, daha da derinleşmiş olmalı… Bu durum üretiminizi nasıl etkiliyor?
Aslında editoryal çalışma anlamında yoğun bir süreçten geçiyoruz diyebilirim. Söyleşi boyunca üzerinde konuşmaya fırsat bulamadık ama Türkiye’de yayıncılık sektörünün yaşadığı yapısal problemler var. Sektörde son birkaç yıldır, kıyısından yer almış biri olarak büyük laflar edebilmem mümkün değil elbette ama nitelikli içerik üretiminden başlayıp, kâğıt maliyetleri, dağıtım meseleleri, vergi yükü vs. şeklinde her biri uzun uzadıya başlıklar halinde ele alınması gereken sorunlar bunlar. Çok basit bir örnek, Türkiye’nin en büyük dağıtımcılarından biri sermaye grupları arasında el değiştiriyor ve yalnızca bu durum onlarca yayınevini kapanma tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor. Yayıncılık dışarıdan bakıldığında bir buz pateni zarafetine sahipse de, üzerinde kayılan buzun son derece kırılgan olduğunun da görülmesi gerekiyor. Yani bir salvoya kalktığınızda, yere indiğiniz anda gölün soğuk sularını boylamayacağınızın da garantisi yok. Pandemi bu durumu daha muhtemel hâle getiriyor. Pinhan’ın bu konuda üç güvencesi var; birincisi arkasındaki elli yıllık matbaacılık tecrübesi, ikincisi günlük dalgalanmalardan etkilenmeyeceğini umduğumuz uzun erimli bir yayın stratejisi ve üçüncüsü okuma serüveninden taviz vermeyeceğini düşündüğümüz okur kitlesi.
İşte yanıt vermek için yanıp tutuştuğum soru… Sonuçta editör olarak Türkçede olmasının hayalini kurduğumuz kitapları yayına hazırladığımız için, bu soru, önümüzdeki günlerde hangi hayalleriniz gerçek olacak diye sormak anlamına geliyor.
Yayınevinin geneli için değil, kendi dizi editörlüğüm için konuşabilirim.
Bu söyleşi yayımlandığında sanırım Donald Black’in 'Hukukun Hareket Tarzı' kitabı raflarda yerini almış olacaktır. Bir anayasal tasarım teorisi çalışmasının editörlüğünü çok kısa süre önce tamamladım; çeviri değil, telif bir eser; yayın stratejimiz çerçevesinde diğer editör arkadaşlarımızın önünde. Onu Peter Fitzpatrick’in 'Modern Hukuk Mitolojisi' kitabı izleyecek. Kıta Avrupası Hukuk Sosyolojisi disiplininin kurucusu olarak kabul edilen üç önemli isim var: Eugen Ehrlich, Georges Gurvitch ve Nicholas Timasheff. Ehrlich’i yayımlamıştık, Gurvitch’i 2021 başında yayımlarız diye tahmin ediyorum. Timasheff’i de çeviriyoruz. Ayrıca bu üçünün hocası olarak kabul edilebilecek Leon Petrazycki de çeviri programımızda yer alıyor. Söyleşinin başında bir “tempo”dan söz etmiştim. Bu kurucu metinlerin yanında, çağımızın yazarlarıyla da yayım programını dengelemeye çalışıyoruz. Bu kapsamda, yakın zamanda kaybettiğimiz, çağımızın önemli Hukuk Sosyolojisi isimlerinden Reza Banakar’ın bir makale derlemesi gelecek. Daha evvel iki kitabını yayımladığımız, yine çağdaşlarımızdan, Roger Cotterrell’in 'Hukuk, Toplum ve Kültür' kitabı da çevirmende… Ayrıca çok kısa sürece önce çıkmış son derece kapsamlı bir hukuk metodolojisi kitabı için de çevirmenimizle anlaştık.