Bu gazeteler, bu televizyonlar, bu siyasetçiler, bu siyasal metinler, bu ajitasyon-propaganda ile kurulan/zehirlenen toplumun tokatçısı da bu işte. ‘Bizim Çiftlik’te dünkü tokatçılar Kastelli, Kombassan, Jet-Fadıl ise bugünkü tokatçı da Dombili’dir. Her siyasal-toplumsal sistem ‘layık olduğu’ tokatçıyı üretmektedir belki de…
“Kusura bakma hâkim bey. Memlekette Galata Kulesi'ni satın alacak eşekler olduğu sürece ben bu kuleyi satarım…”
Bu sözlerin sahibi, 50’li ve 60’lı yıllarda, yoluna çıkan ‘vizyonsuz fırsatçılara’ Galata Kulesi’ni, İzmir Saat Kulesi’ni, şehir hatları vapurlarını, elektrikli tramvayı falan satarak ülkenin gündemine oturan efsane dolandırıcılarımızdan ‘Sülün Osman’ lakaplı Osman Ziya Sülün’dür.
Sülün Osman, masum insanları kandırarak parasını pulunu alan klasik bir dolandırıcı değildir. Kendisi de konuya ‘eleştirel’ bakar ve aslında dolandıranla dolandırılanın son anda yer değiştirdiği bir negatif diyalektik kurar. Bir kuyumcu kapısında “ameliyat parası için acil ihtiyaç” gerekçesiyle sattığı bilezikleri, onları sahici sanarak haraç mezat alıp ertesi sabah büyük kârla satmayı planlayan adamdır dolandırdığı. Gazeteci Avni Özgürel’e verdiği son röportajda, bunu veciz şekilde ifade eder: “Ben hayatım boyunca, beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım.”*
Sülün Osman, 80 öncesi, bir başka deyişle neoliberal inşa ve ihya süreçleri öncesi Türkiye’nin ‘tokatçısı’ idi. Onun dolandırıcılığı, krizleri fırsatlara çevirmeye çalışan, kendinden daha saf sandığı insanların elindekine göz diken, kısa yoldan zenginliğe, acil ihtiyaç istismarından vurguna heveslenen bir taşra kurnazlığının kendi silahlarıyla alt edildiği bireysel bir performanstı. Fiilen ya da niyet ve etik pozisyon açısından vurguncu, karaborsacı, mezarcı olan yarı uyanıkları vuran bir uyanıktı. Dolmabahçe Kulesi’nin saatine her bakandan para alacağını ümit ederek bu saati satın almaya hallenen, yapacağı vurgunun hayaliyle gözü kamaşmış tilkilerin kuyruğunu çekiyordu. Allah, din, kitap, vatan, millet, Kudüs diyerek emekli maaşlarını, gelin bileziklerini toplayan organize şebekelerin değil; münferit, rastgele, ferdi ve biraz da kaşınanlara vuran tokatların adamıydı. Dip tarayan trolle değil oltayla avlanan bir ‘amatör’dü…
Onun zanaatkârlığının, tüm toplumu hedef alan, trol ağlarıyla, karşısına çıkan her ‘balığı’ yutmak için avlanan, endüstriyel / kolektif dolandırıcılığa dönüşümü, 12 Eylül darbesinden hemen sonra gerçekleşecek ve bu dönüşüm, darbenin kurduğu faşist rejimle dolaysız şekilde ilintili olacaktı: ‘Bankerler’ vurgunu…
12 Eylül darbesi, Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme tam entegrasyonunu sağlamak gibi bir üst misyona sahipti. Darbeden önceki son Demirel hükümetinin 24 Ocak 1980’de açıkladığı IMF patentli ‘reform’ programı da bu amaca yönelikti. Ama örgütlü işçi sınıfı ve güçlü sol muhalefet, tüm sivil faşist provokasyonlara, kontrgerilla faaliyetlerine rağmen yüksek bir direnç üretmeye devam ediyordu. Darbeden sonra generallerin, ‘her kesime yöneliyormuş’ izlenimi yaratacak sembolik bazı adımlar bir yana, esasen sendikalara, meslek kuruluşlarına, halkın örgütlü olduğu derneklere ve sol-komünist harekete ezici bir saldırganlıkla yönelmesinin temel nedeni de buydu.
İşçi sınıfı örgütleri ve siyasal solun acımasızca kan dökerek bastırılması ‘24 Ocak Kararları’ olarak bilinen bu piyasa ekonomisine geçiş süreci için gerekli ‘istikrar’ ortamını tesis ediyordu. Bu uğurda, ‘anarşi’, ‘terör’ gibi kavramların arkasına sığınarak insanların asıldığı, infaz ve işkencelerde öldürüldüğü, sakat bırakıldığı, on binlerce kişinin tutuklandığı bir ‘milli birlik beraberlik’ terörü estirildi. Başta İstanbul burjuvazisi olarak bilinen yerli büyük sermaye olmak üzere, dincisinden milliyetçisine, liberalinden ‘merkez’ine tüm sağcılığın ve ‘uluslararası toplum’un da açık desteği ve teşvikiyle...
24 Ocak Kararları’nın mimarlarından olan Turgut Özal’ın, darbecilerin kurduğu ilk hükümetin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak atanması da bu serbest piyasa misyonu içindi.
24 Ocak’ın acı reçetesi, aşırı yüksek faiz, ihracat teşviki, enflasyonu kontrol edebilmek için ücretlerin dondurulması gibi ‘ilaçlar’ içeriyordu. Örgütleri ‘milli ordu’nun silahlarıyla dağıtılmış emekçiler, yeni ekonomik rejimin yükünü sırtlamaya zorlanmıştı. Tam bu dönemde ortaya çıktı ‘bankerler’…
Çok yüksek faiz vaadiyle topladıkları paralar karşılığında hisse senedi ve tahvil dağıtarak bir tür ‘paralel bankacılık’ yapısı haline geldiler. Sistem kısa sürede tıkanıp 1982’de çöktüğünde ‘banker’ olarak anılan 1000’e yakın simsar halktan para topluyordu ve bunların en büyüğü olan ‘Banker Kastelli’ namlı Cevher Özden, finansal olarak Türkiye’nin en büyük 11'inci bankası haline gelmişti. Ünlü oyuncuların rol aldığı tanıtım filmleriyle, dönemin şampiyon futbol takımı Fenerbahçe’nin formasındaki reklamıyla, tüm popüler araçlarla, halka ikinci ve kolay bir gelir vaat eden Banker Kastelli, kendi kuyruğunu yiyen bir canavar gibi semirmiş ve daha çok insan sisteme katıldıkça çöküşün yol açacağı infilak da büyümüştü.
Başkalarının parasıyla kumar oynayan, bunu kapitalist sistemin ve darbe rejiminin açık olanaklarını kullanarak propaganda eden Kastelli’nin çöküşü; darbeyle darmadağın edilmiş ülkede ücretleri hızla eriyen, kendini güvende hissetmeyen ve bugünkü kazancıyla yarın ne alabileceğini kestiremeyen, çoğu küçük ve orta gelirli insanın birikimlerinin buharlaşması anlamına geliyordu. Serbest piyasa ekonomisi, ülkeye, emekçilerin ücretlerini dondurmakla kalmayıp birçoğunun varını yoğunu tahvil simsarlarına kaptırmasına da yol açacak şekilde giriyordu. Burnundan kıl aldırmayan cuntanın ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın, ‘banker krizi’ olarak bilinen bu çöküşün ardından istifa etmesi, sorumluluğun kimde olduğunu gösteren bir işaretti. Ama hemen bir parti kurup, ‘tüm sağcıları’ aynı neoliberal program etrafında birleştirip darbe sonrasının ilk başbakanı olması da bir başka ‘işaret’ oldu.
Özal ve ANAP iktidarı, esasen 24 Ocak 1980’de başlayan ve silah zoruyla tahkim edilen serbest piyasacılığın iktidarı olarak kurumsallaştı. Banker Kastelli, bu dönemin ruhuna uygun bir ‘tokatçılık’ fenomeniydi. Türkiye finans piyasasının ilk ‘ağası’ olmayı başarmış bir ‘öncü’ydü aslında. Kurbanların topluca dahil olduğu bir ‘tokatçılık’ ağı kurarken, kapitalist borsa ve bankacılık sisteminin ürünlerini pazarlamaktan başka bir şey yapmamıştı. Bir ülke süngü zoruyla serbest piyasa ekonomisine geçirilirken oluşan yasal boşluklara sızmış bir cüretkârdı. Aşırı büyümesinin ve bu cüretkârlığının bedelini, esasen sisteme ait olan sorunun günah keçisi ilan edilerek ödedi. Sülün Osman kendi ‘suçlarının’ kefaretini ödemişti, Banker Kastelli bu kitlesel dolandırıcılık çağında sistemin kefaretini de üstlenmek zorunda kaldı. Sistem ve ‘bekası’, ondan daha büyük ve daha önemliydi.
Kitle tokatçılığı bundan sonra hiç eksik olmadı Türkiye’den. Bir şekilde sağ siyasetle ve her şekilde halkın örgütsüzlüğüyle bağlantılı olarak yeni biçimler ve isimler alarak adeta bir gelenek gibi yaşadı. Bosna’ya yardım paraları, İhlas, Kombassan, Yimpaş vurgunları, Kanal 7 ve Deniz Feneri yolsuzlukları, Jet Fadıl ve iştirakleri, Uzanlar ve İmar Bankası…
Toplu ve adil bir refahı sağlamak, bunun için örgütlenmek, mücadele etmek ve direnç göstermek yerine; tam da 12 Eylül rejiminin ve ardından Özalların, Demirellerin, bugüne dek gelen sağcıların ihya ettiği pazar ekonomisinin keskin dişleri arasında kolay para hayalleri kuran ‘küçük insanların’ küçük paralarıyla kurulmuş birer vurgun şebekesiydi bunlar. Kâh dini, İslâmı, kâh vatan hasretini, kâh taşra paragözlüğünü gıdıklayarak, bir silsile halinde yaşadılar. Birer kara delik gibi yuttukları paralarla iktidara yürüyen siyasal hareketleri finanse ettiler; yeni sermaye sınıflarının doğuşuna katalizör oldular. Batana kadar itibar sahibi, battıktan sonra dolandırıcı idiler. Ama hep ‘battılar’ ve batışlarıyla, kendilerini doğuran sistemin çöküşünü üstlendiler. Sülün Osman kadar naif ve dürüst olmadıkları için kendi yol açtıkları yıkımın mağduruymuş gibi davranmayı da başardılar. Ahlaki çöküşün çevrimini bir de buradan tamamladılar. İktidarlar ANAP’tan DYP’ye, İslamcılardan 28 Şubatçılara geçtikçe, Kastelliler Titancılara, Kombassanlar Uzanlara dönüştü, ama sistemin kıyısında küçük insanların birikimleriyle palazlanan sırtlanlar hiç eksik olmadı.
Bugün Türkiye, bu doğrusal çizginin son derece anlaşılır bir sonucu olarak zuhur eden, şimdiki toplam görüntüsüyle çok isabetli şekilde örtüşen yeni bir vurgun vakasıyla karşı karşıya. Baştan beri neredeyse açıkça tokatçılık yaptıkları halde, yine ancak battıktan sonra ‘dolandırıcı’ statüsüne alınan birtakım adamlar; tam da ‘bugünün ruhuna’ uygun şekilde, “ülkemiz üstünde oyunlar oynanıyor” diyerek, Fatiha okuyup, 15 Temmuz ajitasyonu çekip, tekbirlerle sözde tesisler açarak, “bilgisayar oyunundan besin üretiliyor, kimse dedikodu etmesin” ültimatomundan sonra, tamamen bağlam dışı bir hezeyanla, dalga geçer gibi, “Kudüs kırmızı çizgimizdir” diyerek para toplayan adamlar; sistem çökme noktasına gelince kaçtı.
Şimdi, bu gürültülü çöküşün arkasından çıkan toz dumanın içinde; açgözlülük, budalalık, fırsatçılık ya da herhangi bir nedenle parasını bunlara kaptırmış insanların alay, ibret ve bir tür 'oh olsun' duygusuyla suçlandığı; bu dolandırıcılık şebekesinin ‘marka yüzü’ gibi davranan kişinin fiziksel ve bilişsel özelliklerinin makara edildiği bir atmosfer oluşuyor.
Eski bir arabesk-rapçi, bulaşıkçı vs. olması, çocuksu ve biraz alık görünmesi, kılığı kıyafeti, hatta kendisine bir parça sempati tohumu da serpen ‘Dombili’ lakabıyla birlikte kilosu şahit gösterilerek “buna nasıl inandınız” deniyor. Oysa görülüyor ki ‘Dombili’ ve çetesi, esasen 24 Ocak 1980’de temeli atılıp aynı yıl 12 Eylül’de inşaatı başlayan ‘Yeni Türkiye’nin bugün geldiği noktadaki tüm vasati argümanlarını kullanarak yaratmış illüzyonu.
Memleketi demir yumrukla yönetenlerin 25 gazete, 40 televizyondan her gün bıkmadan usanmadan söyledikleri; mülki idarecilerden imamlara, metrobüslerde öpüşen çocuk kovalayan, minibüslerde önünde oturanın telefonunu dikizleyip polise ihbar eden sokaktaki en küçük işgüzarlara, muhbirlere dek tüm bir ‘makinenin’ topluma zerk ettiği; sosyal yardım alabilmek, şuradaki işe girebilmek, buradaki meseleyi çözebilmek için tekrarlanması gerektiğine inanılan; velhasıl her kapıyı açan kilit gibi görünen bir takım siyasal-dini tekerlemeleri tekrar etmişler.
Her şeyin, hiçbir sorumluluk taşımadan ters yüz edilebildiği, kanmaların kandırılmaların, ‘Allah affetsin’ciliğin en üst düzeyden başladığı; hiçbir suçun, hatanın hesabının verilmemesinin koşullarının oluştuğu, Meclis’teki yasaların bile ‘döve döve’ çıkarıldığı bir dönemde ustaca kurulmuş bir tezgah ‘Dombili’ninki. Zaten ona bu lakabın takılmasında bile, ‘başarısının’ yol açtığı imrenmeli takdirin etkisi var. Aynı ahlaki çerçevede bulunanlar açısından ‘başarılı, hınzır bir çocuk’tur ‘Dombili’…
Kaldı ki nesnel olarak da başarılıdır kendisi. Bu zamanın ruhuna uygun bir modellemeyle yağdan kıl çeker gibi tokatlamıştır; Kudüslerle, Fatihalarla, üst akıllarla, vatan-millet edebiyatıyla tütsülenmiş kalabalıkları. Bugünün Kastellisidir ‘Dombili’. Sülün Osman nasıl Kastelli’den daha ‘masum’ ise Kastelli de ondan ‘masum’dur. Sistem, kendisiyle birlikte tokatçılarını da daha ilkesiz, ahlaksız, acımasız hale getirmiştir. Bu gazeteler, bu televizyonlar, bu siyasetçiler, bu siyasal metinler, bu ajitasyon-propaganda ile kurulan/zehirlenen toplumun tokatçısı da budur işte. ‘Bizim Çiftlik’te dünkü tokatçılar Kastelli, Kombassan, Jet-Fadıl ise bugünkü tokatçı da Dombili’dir. Her siyasal-toplumsal sistem ‘layık olduğu’ tokatçıyı üretmektedir belli ki…