Yönetmen James Wan 2013 yılında bize "The Conjuring" filmini sunarken muhtemelen bu filmin, sonrasında değişik derecede başarılı devamlarını ve ‘presequel’lerini (sunulan ilk bölümden öncesi) getirecek bir ‘saga’ (efsane) olacağını düşünmüyordu. Kadrosunda hiçbir ‘star’ oyuncu barındırmayan, göreceli olarak mütevazi bir bütçe ve konu olarak ‘klişe’ sayılabilecek ‘lanet’ ve ‘cinler’ temalarıyla ilgilenen ilk film, anlattığı doğaüstü olayların gerçek olaylardan esinlendiğine işaret ederek belli ölçülerde bir inandırıcılık hissiyatı yaratmaya çalışıyordu. ‘Korku filmi’ türü olarak çok bilindik sularda ‘yıkandığının’ farkında olan yönetmen, elindeki bütün olanakları sonuna kadar kullanarak asıl hedeflediği şeyi yapmaya, yani seyirciyi ‘korkutmaya’ çalışmıştı. Bizce sonuç başarılıydı çünkü "The Conjuring" gerçekten korkutuyordu! Filmdeki tehdit unsuru ve mekan, kuşkusuz türe meraklı sinemaseverlerin aşina olduğu bir ‘evrendi’ ama yönetmen kendisine has bazı dokunuşlar katarak ve kurduğu endişe verici atmosferi zaman zaman ‘klasik’ korku filmi şablonlarının dışına iterek, özüne ihanet etmeyen ama belli ölçülerde ‘modern’ bir korku yapımı örneği yaratıyordu. Filmin özellikle ticari başarısı beklenen sonucu getirdi ve sonrasında birçok ‘devam’ bölümü geldi.
İlk iki "Conjuring" filminin yaratıcısı James Wan, bu üçüncü adımda bu sefer yönetmen koltuğunu Michael Chaves’e devrediyor ve filmin sadece yapımcısı ve senaristi olmakla yetiniyor. Wan’ın bu sefer yönetmenlik koltuğunda oturmaması içimizde ufak bir endişe yaratsa da yönetmen Chaves’in bu türe tamamen yabancı olmaması (bizce başarısız olan "The Curse of Llorona"nın yönetmeni) ve ana iki karakterin ( Warren çifti) aynen korunması, beklentimizi bir ‘tık’ olsun yükseltmişti! İlk iki "Conjuring" etkileyici bir ‘korku duygusu’ müjdeliyor ve bunu başarıyorken ne yazık ki bu ‘kilo kaybetmiş’ üçüncü adım, birçok devam filmi gibi zayıf kalıyor; ne hikâyesi ne de korkutma yöntemleriyle ‘özgün’ bir tarz yakalıyor, hiçbir özellik taşımayan bir yönetmenlikle başarısız, sıradan, hatta yavan bir devam yapımı hissiyatı yaratıyor.
Amerika’da 1981 yılında Arne Cheyenne Johnson adında bir genç adam, ortada bir neden olmadan ev sahibini oldukça vahşi bir şekilde, birçok defa bıçaklayarak öldürür. Arne’ı kişisel olarak da tanıyan Warren çifti bu eylemin bir ‘şeytan yönlendirmesi’ olduğunu düşünürler ve olayı araştırmaya karar verirler.
TANIDIK ÇİFT…
"The Conjuring" filmlerinin en önemli yanlarından birini kuşkusuz ‘Ruh avcısı’ Lorraine ve Ed Warren çifti oluşturur. Her filmde ‘kurban’ aile ve kişiler değişir. ‘Şeytanın’ veya ‘lanetin’ peşini bırakmayan bu karı-koca, zaman zaman papaz veya peder gibi ‘din görevlilerinden’ yardım alsalar ve onların yöntemlerini kullansalar da olayın (eğer varsa!) ‘somut temellerini’ ararlar, psikolojik dayanaklarını sorgularlar, çözüm yöntemlerini araştırılar. İkisi de aynı amaca hizmet etse ve benzer ‘formasyonlardan’ geçmiş olsa da aralarında farklılıklar da bulunur: Ed, olayın daha ‘dinsel’ tarafına eğilip, gerektiğinde en şiddetli ve kanlı ‘şeytan çıkartma’ ayinlerine katılıp bir ‘iblis’ dedektifi gibi derin araştırmalar yaparken, Lorraine olayın daha ‘ruhani’ yönüne yüzünü çevirir. Ona ‘tanrı vergisi’ olarak verilmiş ‘medyumvari’ güçleri, lanetin asıl yüzünün ortaya çıkmasını sağlar, kendisinin iki ‘dünya’ (bizim dünya ve ölüler dünyası!) arasında dolaşması, birçok esrarengiz olayın çözümlenmesinde önemli bir rol oynar.
Ancak bütün bunların yanında, senelerden sonra artık ‘ailemizden biri’ haline gelen bu çiftin, işlerinden yani ‘kötü ruhlardan’ veya lanetlerden sıradan şeylermiş gibi bahsetmesi inandırıcılıktan uzak, gülünç hatta ‘grotesk’ gelebilirdi. Ama ilk film bu ‘tehlikelerden’ güzel bir şekilde sıyrılmıştı: Daha en başlarda Warrenlar, organize ettikleri bir konferansta yardım ettikleri birçok insanın kendilerini övdüğünü söylüyor ama bazı insanların ise kendilerini ‘palavracı’, ‘sahtekar’, hatta ‘deli’ gibi gördüklerini açıklıyordu. Bu sayede yönetmen ve dolayısıyla karakterler seyirciyi kendilerine inanmak veya en azından ‘empati’ kurmak açısından serbest bırakıyordu!
Bu üçüncü "Conjuring" filminde ise genelde olayın merkezinde eylemsel olarak aktif olan Warren çifti biraz daha çekimser kalmış gibi duruyorlar. Bunda kuşkusuz Ed’in filmin başlarında geçirdiği kalp krizinin de etkisi var ve bu, karakterlerin de bizim gibi ‘yaşlandıklarını’ göz önüne aldığımızda kabul edilebilir bir sonuç gibi duruyor. Bu süreçte film, Lorraine’in ruhsal yolculuklarını daha ön plana çıkarıyor ve bizce çok şaşırtmayan sürprizleri açık ederek senaryosuna belli bir enerji katmaya çalışıyor. Ancak diğer filmlerde ‘araştırmacı’ ve ‘medyum’ olarak iki değişik koldan olaya dahil olan bu çiftin bu sefer ‘eksik’ olması senaryoda da bir ‘eksiklik’ yaratıyor.
ŞU SINIRLARI BİR KALDIRALIM!
"The Conjuring: The Devil Made Me Do It", klasik ama etkileyici bir ‘şeytan çıkarma’ sekansı ile başlıyor. Bu sefer bir erkek çocuğunu ‘esir almış’ olan şeytan ona yardım etmeye çalışan ailesine, bir rahibe ve Warren ‘ekibine’ çok zor saatler geçirtiyor. Bu ilk sekansla seyirciyi en baştan nasıl bir ortama soktuğunu açık eden yönetmen, ardından ‘mekan’ açısından bir değişime gidiyor. Genelde bu tür ‘korku filmleri’, hikâyesinin sınırlarını bir ‘lanetli evle’ kısıtlarken ve buraya ‘konuşlanmış’ laneti evin dışına pek çıkarmazken, hikâye ilk sekans dışında pek çok ‘açık hava’ mekanında akıyor. Bu, başlı başına bir orijinallik gibi görünse de sadece ‘biçimde’ kalmış gibi duruyor. Zira filmde ara sıra seyircileri ‘zıplatan’ iblislerin çıkması, en masum görünen eşyaların birer ‘ölümcül’ tuzaklara dönüşmesi ve evin üstünde süzülen lanetin etkileri daha önce sayısız defa benzerlerini gördüğümüz sekanslar.
James Wan’ın ‘alamet-i farikalarından’ biri de kuşkusuz daha önce ‘denenmiş’ birçok korku öğesini kendi yönetmen ‘süzgecinden’ geçirip üst düzey bir teknik beceriyle çok daha verimli ve farklı kullanmasında, hatta eski yollardan yeni bir korku türü yaratmasında yatıyordu. Chaves ise hazır bir reçeteden çıkmış aynı şeyleri tekrarlıyor, başarı kazanmış eski yöntemleri tekrar ‘altını ısıtıp’ önümüze koyuyormuş gibi bir hissiyat yaratıyor. Üstelik bu, kendi çapında hikâyenin mekan sınırlarını esnetip yeni kapılar açmaya çalışan bir yönetmenin tekrar başlangıç noktasına dönüşü izlenimi veriyor.
Bir de, bir kez daha gerçek olaylardan esinlenen bu üçüncü adımda, ilk çeyreklik zamandan sonra ve Arne karakterinin hapishaneye düşmesi ve bütün kanıtların onu soğukkanlı bir katil gibi göstermesi, filmi mahkeme ortamına taşıyabilir ve hikâyeyi sadece bir ‘şeytan kovalama’ kıskacından kurtarabilirdi. Oysa burada yönetmen, doğal olarak sıcak bir evden daha korkutucu olan bir hapishane ortamında yine aynı ‘iblisleri’ sergilemekle yetiniyor, olayın dava sürecine neredeyse hiç değinmiyor. Gerçek olayda, mahkeme sürecinde Warrenlar davayı basın karşısında ‘köpürterek’ daha fazla para toplamak ile suçlanmışlardı. Film, bu ‘sulara’ da hiç girmiyor sadece onların araştırma sürecine yoğunlaşıyor.
Yönetmen Chaves’in bütün ‘iyi niyetli’ gayretine ve artık kendileriyle özdeşleşmiş rolleri bir kez daha başarıyla oynayan Patrick Wilson/Vera Farmiga ikilisinin performanslarına rağmen "The Conjuring 3" zaman zaman geriyor ama korkutmuyor! Daha doğrusu sadece ‘zıplatıyor’!